30 Haziran 2010 Çarşamba
3+5,5 lira (2)
-“Efendim?”
-“Kahveyi diyorum, nasıl içersin?”
-“orta”
Orta tabi neyim bir yöne adanmış ki? Şekerli desen değilim. Acı? Hiç bana göre değil. Orta şeritten devam kaptan.
-“Aylak adamı okudun mu?”
Şimdi okudum desem yutturacağım ki genelde haz alırım bu durumdan ama bir okumadım desem acaba neler anlatacak?
-“Yok. Listemin başında ama derslerden zaman kalmıyor.”
27 Haziran 2010 Pazar
3+5,5 lira
3+5,5 lirayla, “normal” insanların uyandıkları saatten (9:00 olarak kabul edersek) 7 saat sonra gözlerimi açtım. Saat, bu gün yapmayı planladığım neredeyse her şey için ileri alınmıştı. Oysa ki dün gece bir kez daha söz vermiştim kendime. Bu gün tüm tutarsızlıklarımın sonu olacaktı. Cümlelerimin karaktersizliği benim bir aynam misali, bana tükürdüğüm kaptakileri su niyetine içirmeyi hoş görüyor… Telefonda birkaç dakika öncesine ait bir cevapsız arama, beni bütün gün üç duvar bir pencereli hapishanemden dışarı özel bir izinle göndermek ister nitelikte bana bakıyordu. Birkaç dakika telefonla bakıştıktan sonra bu izni kullanmaya değer buldum. Arayan sevgilimdi ve bana cebimdeki parayla satın alamayacağım yemekler sunuyordu. Karşılığındaysa yapmam gereken tek şey Oğuz Atay hayranı olan tanımadığım bir aile dostları ve annesiyle yemeğim süresince muhabbet etmek ve gramajı tamamen bana kalmış bir adet yoğurt almaktı. İlk bakışta geri çevrilemez gibi görünse de, teklif küçük pürüzler yüzünden beni hapishaneme mahkum bırakabilirdi. Düşündüm ve pürüzlerin üstesinden gelebileceğime kanaat kıldım.
Dışarı ilk adımı attığımda vücudumun benim adıma hesabımdan bloke etmiş olduğu 5,5 lira ile sigaramı aldım. Paketi açıp sigaramdan ilk nefesimi çektiğimde vücudumun tatmin olmayıp başka marazlar çıkartacağı aklımdan geçmemişti. Günde bir öğün yemekle hayati fonksiyonlarını idame ettirmeye alışkın olan bedenim, Stand By’dan çalışır hale geçince kalbim 8/9 bir ritim tutmaya başladı. Keşke kalbim bir de arada baget tutan ellerime öğrete bilse… Bu çarpıntıyı engellemenin en kolay yöntemi alkol olsa da maddi imkanlarımın kısıtlılığı ve akabinde o problemi çözsem dahi devam edecek öksürük probleminin de olması, küçük çaplı da olsa vücudumdan beynime üzerine düşünmesi için küçük hediyeler göndermekteydi. Tam da bunları düşünürken kendimi kasada buldum. Benden istenen yoğurdu almıştım. 2,69 lira. Sıra beklerken, normalde orda olmaması gereken bir çalışan insanların satın aldığı ürünleri poşetliyor ve muhabbet ediyordu. Tabii ki bunları yaparken de etrafa gülücük saçmayı ihmal etmiyordu. “Sabah 10:00’dan akşam 11:00’e kadar buradayım. Nasıl müdürüm bilmiyorum gerçekten” derken o gülücüklerinin ardında gizlediği takdir bekleyen tutuma karşı “hadi oradan senden önce gelip, senden sonra giden çalışanların günahı ne! Burada yanındaki yakışıklı kasiyere yazmak için artistlik yapacak lüksü buluyorsun, hala o çalışanlar takdir beklemezken sen bekliyorsun!” demek istesem de ödeme sırası bana gelmişti ve içimdekileri dışa vurmak için diretmedim. Barkodu okuttuktan sonra kasiyer “4,39 lütfen” dedi. Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü çünkü tek param 3 liraydı! İptal etmesi için rica ettim. Çünkü benim gördüğüm reyonun altında yazan fiyat 2,69 liraydı. Kasiyer kasa açma düğmesine bastığını ve artık iptal etmesi için ekstradan işlem yapması gerektiğini söyleyip mızmızlanırken, aklıma limiti neredeyse dolmuş olan kredi kartım geldi. Uzattım, ancak 4 lira dahi çekmiyordu. Bonuslarımdan kullanmasını rica ettim ve nihayet sorun çözüldü. Garip bir şey tabii ki karttaki paradan daha çok bonusunun olması. En azından hapishanemden çıkmama yardımcı olan bu buluşmaya giderken, gereken koşullardan birini layığı ile yerine getirebilmiştim.
17 Haziran 2010 Perşembe
İnsan vs Homonculus: Fullmetal Alchemist
İnsan oğlu hiç bir zaman diliminde doğanın bir parçası olmuş mudur acaba diye merak edip dururum hep, ancak insan dediğimiz şeyi insan yapanın ve doğanın parçası olmasına engel olan şeylerin neler olduğu konusunda hep bulanık kalmışımdır. Fullmetal Alchemist
diye bir çizgi filim yapmış ecnebiler, diyor ki insan olmak ruhtur, insan olmak hatıradır. Fiziksel olarak bir anlamı yoktur insan olmanın. Yani şimdi ben zihnimi, hatıralarımı alacağım başkasına koyacağım, o ben olacak ha? Anlayamadığım kısmı şu o zaman bedenimin tarihselliği hiçe mi sayılmış oluyor? Asıl mesele zihin ve hatıralardaysa, genlerin hiç mi önemi yok şimdi? O zaman her şey toplumsal olan "ben"in öğrendiği şeylere mi bakıyor? Yani şimdi o bilim yapan o kadar insan yalan mı söylüyor? Tabii ki de olamaz. Aristotales demiş ki "Ruhun birliğini sağlayan ortak duyu, duyumları tasavvurlar olarak sakladığı için hatırlama ile kendi hallerimizi bilmemizin merkezidir" yani bizi biz yapan ruhumuzdur ve sorugladığımız o bedenin tarihselliği zaten aynı anda ruhun da tarihselliğidir ve bundan ötürü zaten onda kayıtlıdır diyor kendileri. Peki şimdi madde olarak kabul edilmeyen bu ruhta kayıtlı olan "ben", maddeler dünyasındaki madde ve ruh olarak bütünleşmiş benin ne hakla tam temsilcisi oluyor! Beni temsil ettiği yer zaten maddeler dünyasının kendisi, ve ayırışamaz olan (bildiğimiz kadarıyla) bu birliğin esas oğlanı.
Homonculus denen şey ise -çizgi eserdeki anlamıyla- ruhun karşıt tekabülü olan, külliyen maddeden oluşan insanımsı şey. İnsanımsı şey çünkü kendisinde ruh bulunmuyor ve insan olmaya hak kazanamıyor. İşin ilginçleşen tarafı yaratılışları hususunda vuku buluyor. Simyadaki tabuları yıkmaya çalışarak ölü bir insanın ruhunu, bedeniyle beraber geri getirmeye çalışırsan bedeninin belli parçalarından feragat etmek zorunda kalıyorsun. Zira Homonculuslar da o tabuyu yıkan insanların belli organlarından meydana geliyor. Ruhları olmadığı içinse simyadaki efsanevi "felsefe taşı"nı kullanmak zorunda kalıyorlar. Ancak çizgi eserdeki "felsefe taşı" ölen insanların ruhlarından üretiliyor. Olayları pembe dizi karışıklığına dökmeden toparlayacak olursak: Homonculuslar külliyen maddeden oluşuyor ve aynı zamanda da "felsefe taşı" sayesinde ruha da kavuşuyor. İnsan olmak için eksiksiz bir şekilde tüm birleşenleri yerine getirmesine rağmen insan denmemesinin sebebi nedir?
Düşünyorum öyleyse varım, "ruh"um var öyleyse insanım, hatırlıyorum öyleyse "ben"im.
12 Haziran 2010 Cumartesi
Machine in my head.
7 Haziran 2010 Pazartesi
Yolculuk
Yakın geçmişimle uğraşıyorum bu sıra. İnsanların hayatında kendime bir yer bulmaya çalışıyorum. Kayboluyorum çoğu zaman, yolumu bulamıyorum. Bu yüzden rahatsız oluyorum, rahatsız ediyorum. –huzursuzluk böyle bir şey işte albayım- Hayatıma hep bildiğim yollar üzerinde devam etmişim, meğer hep kaçak dövüşmüşüm. –hatta biliyor musunuz ben hiç dövüşmedim, dayak yedim arada bir polisten falan o kadar- Yine bildiğim gibi yapacağım biliyorum. Biraz bilmediğim yollarda dolaşıp hikâyeler toplayacağım ve sonra evime dönüp onlarla eğleneceğim, kendimce.
Gider miyim buralardan? Kim bilir, belki. Tek başıma olmaz ama bu. yanımda götürmem gerekenler var, bekleyerek, acele ederek, ısrar ederek, deneyerek, yanılarak, ama sonunda yaparak. Giderim, gideriz, belki.