21 Ekim 2015 Çarşamba

Belki sıra ontolojiye de gelir?

Ülkemizde bu kadar ontolojik sorun varken, tüm tartışmaların epistemolojik kavramlar ve atfedilmiş kutsallıklar üzerinden dönmesi çok garip değil mi?

 Binlerce örnekten biri olarak Emrah İşler'in bugün Ülke TV'ye yaptığı konuşmada "AK partinin oyları patlamadan sonra durdu biz bunu niye yapalım ki, bir tek HDP'nin oyu arttı. Kimin yaptığı açık değil mi?" şeklinde bir açıklama yapmış ve canlı yayında uzun bir tartışma açmıştır.

Çıkar sağlamayı tanımlarken oy artışına göre açıklama yapmak ne demek? Bizim çıkardan anladığımız oy artışı, dolayısıyla oyumuz artmayacaksa biz bunu niye yapalım mı demek? Oyumuzun artacağını bilsek biz bunu yaparız mı demek?

Artık cidden hiç  önemli değil, bıraktım, niyet okumuyorum... Çünkü soyut kavramlar üzerinden sorgulayarak, yitip giden nesnel gerçekliği bulamayacağım. Çünkü yok! Uzun zamandır yok. Belki de bilmediğimiz kadar uzun süredir yok! Bayrak, devlet, din, oy vb tartışma olarak hayatımızda olduğu süreden beri kesin yok en azından! Belki 1000 yıl... Ekmeğimizin olmamasını, işimizin boktan olmasını, eğitim dediğimiz yalana eğitilenin değil eğitimcinin bile inanmadığı bir düzlemde biz niye hala bu kadar epistemolojik tartışmalardayız? İyi-kötü gibi sıfatları karşı görüşlere yapıştırarak sonsuz bir empatisizlik döngüsüne giriyoruz...

 İnsanın düşüncesi yani onun epistemesi diyebileceğimiz düşüncesini takıyoruz da onun yaşayan bir varlık olmasını yani onun ontosunu takmıyoruz. Yani gerçekliğimizi bir düşünün devlet dediğiniz soyut varlık insan gibi somut bir varlığa göre ne kadar değerli? 1.000 insan 1 devlet eder mi mesela? Ya da 5.000, 10.000? Devlet nelere kadir değil de, devletin kadri neleri saklar diyebiliyor muyuz? Diyemiyorsak eğer sizce de değerlerimizi sorgulamamız gerekmiyor mu? 10.000.000 insan bir bayrak etmez mi mesela? Ya da 1.000 Kürt sıfatlı insan 1 Türk sıfatlı insan eder mi?

Lütfen unutmayın sizden farklı düşünen insanlar sizin yanlış dediğiniz şeyi, yanlış olduğunu düşünerek inanmıyor! O, onun doğrusu, onun çözümü kısacası onun gerçekliği! Gerçeklik beynimizde oluşan bir elektrik sinyali... Gerçek sadece bizim beynimizde gerçek, çünkü başkasının dokunurken koklarken, duyarken, okurken neyi gerçeklik olarak deneyimlediğini bilmiyoruz. Sizin gerçek diye tanımladığınız içinizdeki dünyanın, devletin, dinin, bayrağın başkasında farklı bir gerçekliğe tekabül edebilir. Hepimiz inandığımız şeye gerçek diye inanıyoruz! Nefret ederken bir kez daha düşünün...

Demokraside çözüme dair inandığımız yöntem farkları siyasi düşüncemizi şekillendirir ve çoğunluk grup kimse onların yöntemi hepimizin kabul etmek zorunda olduğu yöntem olur. Farklı düşünen direnmelidir ve bu yöntemin yaratacağı sorunlara tüm toplum olarak  ortak katlanmak ve bu toplumda inadına beraber yaşamak hepimizin görevidir. Belki inadına beraber yaşarsak bir gün ontolojik sorunlarımıza da çözüm bulabiliriz!

28 Nisan 2015 Salı

Hasar Kontrol

“Sen oyle her onune gelene asik olursan isimiz var oglum,” dedi Cemil, “hem cok asik olan hic asik olmamistir.”. Severdi boyle beylik laflar etmeyi. Pek kiviramazdi gerci ama olsundu. Kendini bir sekilde dinletmeyi bilirdi. Bu lafi birinin iliskisi sona erdikten sonra edecek olsa mesela, “Heh iste onu dogru dedin!” diyen bir yanci elbet cikardi; fakat bir nisan yemeginde, masadakilere donerek “E ama bu kacinci” jest ve mimikleriyle susledigi bu aforizma pekala yersiz olmustu. Kendi de kirdigi potun farkinda olacak ki ses tonunu yumusatarak, “Yanlis anlama yenge, yani cok sevindik tabii de hani bizimki biraz seydir… Ayran gonulludur yani biraz.”. Masadakilerin sus isaretlerine ve homurdanmalarina aldirmaksizin devam etti; “Ama yani allahi var, adam gibi sevmistir hepsini de. Yanlissiz... Hatirliyor musunuz iki aylik bir sevgilisi vardi da, kiz memleketine donunce bizimki nasil depresyona girdiydi? Uc ayda zor getirdik adami kendine, yemeden icmeden kesildiydi yoksa garibim. Kaldi mi boyle seven adam be!”. Masadakiler onaylarcasina kafalarini salladilar. O da dinleyicilerinin onayini tekrar kazanmis olmaktan hosnut ayaga firladi ve kadehine sarildi. “Dunyanin en guzel seven adamina ve bitmeyen Sevda’sina!”. Kadehler tokusturuldu. Sevda kadehine dokunmadan huzursuzca kipirdandi sandalyesinde. Patavatsizligin bu kadari fazlaydi artik. Gozleri sikintiyla masanin diger ucuna, yarin aksam nisanlisi olacak adama dogru kaydi. Geceyi noktalayabilmek icin bir isaret bekliyordu belli ki; mustakbel nisanlisi ise pek orali gorunmuyordu. Hatta Sevda’dan tarafa bakmamak icin ozel bir caba harciyor gibiydi sanki. Sevda tam catalini siki siki kavramis, masanin altindan sevgilisinin bacagina saplamayi aklindan gecirirken, yillarin sef garsonu Sefik gerginligi sezmiscesine suzuldu masanin oteki ucuna. Bir parmak hareketiyle masadaki boslari toplatti, yeni servisler acildi, meyve tabaklari tazelendi. Sefin mesaji masadaki en sarhos adamin bile anlayabilecegi netlikteydi; ya cila soyleyin ya da hesabi gondereyim. Mesajin alindigini belirtmek de yine Cemil’e dusmustu. “Sefik! Cilalasana oglum masayi, ne duruyorsun?”. Sefik hizlica masadaki kelleleri saydi, sonra bir cikardi. “Oglum Cemil abinlere 10 tane kalem gonder, Sevda yengene de sade Turk kahvesi yolla, bol kopuklu olsun!” Cila lafini duyunca gecenin daha da uzayacagini anlayan Sevda artik dupeduz homurdanmaya baslamisti. Masanin geri kalaninin da ona uydugunu gorunce, mustakbel damat bu duruma daha fazla kayitsiz kalamadi ve ayaga firlayip onundeki meyve bicagini icinde erik cekirdekleri suzulen yarisi dolu kadehe birkac kez vurdu. Bir filmde gormustu bunu; bardaga vururken kendini o filmin icinde hayal etti. Ceketinin yakasini duzeltti, bogazini temizledi ve tam konusmaya baslayacakti ki masanin geri kalaninin pek de orali olmadigini fark etti. Masanin uzak ucunda Hakan’in gomlegindeki cilek lekesinin cikip cikmayacagina dair hararetli bir tartisma donuyordu. Diger tarafta ise Cemil’i eve arabayla degil taksiyle donmeye ikna etme cabasi baslamisti bile. Koca masada Sevda’dan baska kimse, damadin ayaga kalktigini ve konusmaya hazirlandigini fark etmemis gibiydi; o da o kadar hayretle bakiyordu ki, insanlar ucaga binmeye basladi. dfgdfg Kaciyorum. Operim.


3 Kasım 2013 Pazar

Romantik Komedi Diye Bir Şey Yoktur




Bir film, iki insan.
Göz görüyor, gönül seviyor.
Mutlular. -Gülüşmeler-
Fonda Joe Dassin,
“Et si tu n'existais pas, Dis-moi pour qui j'existerais”

Hikaye böyle gitmeyecek, biliyorsun. –Bilmiyorsun-
Pazar geceni şenlendirecek yapış yapış bir holivut filminden bahsetmiyorum.
Gerçek bir dram bu. Siyah-beyaz falan.
Kurgu bir dram.
Dram bir kurgu. –Değil

Birinci bölümün sonu.

Alaska Frigo almaya gidiyor adam.
Özenti herif. Gerçekliğe özeniyor.
Neden bu kadar mutlu?
Henüz farkına varamamış demek,
Romantik komedi diye bir şey yoktur.
Ne gülüyorsun?

İnsanın ilk öğrenilmişliği terk edilmek.
Unutmuş olabilir mi? 
İlkin doktor terk ediyor, “hop bir de şaplak!”
Sonra bir hemşire, sonra bir diğeri…
O kucaktan bu kucağa, sonsuz bir döngü.

Adam ne kadar saf olduğunu fark ediyor aniden. 
Telaşla perdeye tırmanıyor.
Çok geç. Kadın gitmiş.

İkinci bölüm olmayacak.

“Canım bak insanlar bizi bekliyor, lütfen perdemize döner misin artık?”
Cevap yok. Afallıyor adam.
Ve projeksiyon açılıyor.
O an, hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünd…
Ah hayır, acı çekiyoruz lan burda! Kötü şakalara yer yok.

Ne yapacağını bilemez halde, bir sigara yakıyor adam.
Derin bir nefes çekiyor. En tepeye üflüyor dumanını.
Göz gözü görmez oluyor.
Tek plan çekildiği için dumanın dağılmasını bekliyoruz
Adam eriyor, frigolar eriyor.
Şimdi ne olacak?

Seyirci anlıyor bir terslik olduğunu. –Mırıldanmalar
Tüm gözler esas adamın üzerinde artık.
Aldırmıyor adam.
İzlendiğini bilen insanlara has, kendinden emin bir duruşu var.
Kederini gizleme gereği duymuyor.
Bir sigara daha yakıyor.
Seyirciyi oyalamak kolay iş. –Değil
Nuri Bilge Ceylan ne güzel adam. Yalnız ve güzel.

“Peki, ben ne olacağım?
Hani bu filmde mutluluğu bulacaktım artık?
Öyle konuşmamış mıydık kahvaltı sahnesinde?
Nick Cave çalıyordu hani,
I don't believe in the existence of angels
But looking at you I wonder if that's true

Dayanılmaz bir acı hissediyor yüreğinde.
Ardından daha da kötüsünü hissediyor, fiziksel bir acı.
“Ah!” 
Biten sigara, parmaklarının ucunu yaktı.

Perişan olmuş durumda adam.
Şu yaşına kadar adını dahi anmadığı tanrısına sesleniyor, yakarıyor.
Karşılık vermiyor tanrısı.
O an anlıyor. –Anlamıyor
Tanrının çalışma prensibi alaaddinin cininden biraz farklı.
Elçisi olsan bile pek sallamayabiliyor seni.
Ben de elçisinin yalancısıyım.

Allahtan makinist işinin ehli çıkıyor da, kesiyor bu saçmalığı.
“Makaralar karışmış herhalde.”
Film içinde film.
Bitiyor. –Gerçekten bitiyor-
The End” beklerken perdede başka bir yazı beliriyor.

“Bu yalnızca bir film.
Boktan bir kurgu.
Yine de acıtıyor.”

19 Aralık 2012 Çarşamba

Sana gitme demeyeceğim Lavinya!



"Peki ama beni bırakıp gittiğinde aklın bende kalmayacak mı" dedi kadın.
"Hayır! Asıl seni bırakıp gitmezsem, sende kalabilecek bir aklım olmayacak Lavinya anlamıyor musun! Buna mecburum," dedi adam. (Gitmek istemez, Lavinya'ya sarılmak ister gibi bakar, teğet geçer ve yürür...)
1. Perdenin Sonu,
 yazdı ve kafasını daktilosundan kaldırdı yorgun yazar. Buzsuz sek viskisinin son yudumunu alıp piposundan bir fırt çekerken, oğlu bacağına dokundu. Gülümsedi yazar, piposunu elinden bırakıp oğlunun kafasını okşadı ve yavaşça kucağına oturttu:
"Söyle bakalım koca adam ne istiyorsun?" dedi beş yaşındaki dünyalar tatlısına...
"Dışarıya çıkmak istiyorum baba!.. Farklı sesler duymak, farklı şeylere dokunmak istiyorum, farklı kokuları içime çekmek istiyorum, insanların yüzlerini ellemek, yeni insanları tanımak istiyorum..." dedi koca adam...

Kendiyle beraber eve hapsettiği oğlunun aylardır ertelenmiş isteğinin yerine getirilme zamanı gelmemiş miydi? Evin içindeki iplere dokunarak yolunu bulmaktan sıkılmış koca adam, belli ki kaybolmak istiyordu...
"Tamam koca adam, yarın olsun bakarız... Sen şimdi odana git yat, geliyorum," dedi yazar. Bir duble daha viski koydu... Tek buzlu... Kafasına dikti... Piposunu körükleyip derin bir nefes aldı ve oğlunun odasına gitti... Her gün okuduğu masal kitabında kaldığı yeri açtı, bir masal okudu ve oğluna iyi geceler deyip salona geçti... Bir kadeh daha viski koydu kendine... İki buz... Uzun bir süre sessizce karşısındaki duvara baktı, yavaş içti bu sefer... "Yalnız çocuk büyütmek zor, ama yalnız kör bir çocuk büyütmek daha da zor," diyordu içinden...

Göz kapakları doğuştan mühürlüydü koca adamın, bir cadının laneti gibi belirsiz ve çaresiz bir hastalığı vardı. Doktorlara göre mühür açılabilirdi ancak nafile... Yine de göremezdi koca adam... Gözleri ne renk bilmezdi yazar... Oğlunun gözlerini tasvir edebileceği binlerce ağdalı lafı varken, o bilmediği rengi sükut ile tasvir ediyordu eli mahkum.

Konuşmaya başladığında ilk "Baba!" demişti... Sevinememişti yazar, keşke "Anne" deseydi diye geçirmişti içinden. Bu yükü paylaşacağı kadın, anne isim ve zamiri olacak kadın...

Neredeydi ki?..

Yürümeye başladığında evin içinde yalnız dolaşabilsin diye bütün duvarlara ip bağlamıştı yazar: Saten ip yazarın yatak odasına, kadife ip koca adamın odasına, yün ip çalışma odasına naylon ip mutfağa, metal tel banyoya ve  kırçıllı ip salona gidiyordu. Bir mühendis edasıyla tasarlamıştı bütün sistemi... Birleşim noktaları, ayrım noktaları hepsi kolayca öğrenebileceği şekilde ayarlanmıştı. Evdeki her oda bir ucundan diğerine, yirmi bir koca adam ayağı...

Bir kadeh daha koydu yazar... Üç buz... Kafasını yukarı kaldırdı, bacak bacak üzerine attı... Gözlerini yavaşça kapattı... Oğlunun yaşadığı karanlığı hayal etti... İstediği zaman gözlerini açabilmenin rahatlığı ket vuruyordu... Sanki anlayamıyordu, bir şeyler eksikti, yaşadığı zorluklardan her defasında hayıflanıyordu... Ama oğlu?.. O ne yapabilirdi ki?.. Karanlıklar lordu koca adam...

Buzlar etkisini gösteriyordu... Son kez bakıyordu yazar dünyaya... Yavaşça eriyordu, düşünceli... Hâlâ oğlunu anlayamıyordu... Daha tamamen kararmamıştı dünya... Bir anda irkildi ve ölmeden önceki son görevini hatırladı... Oğlunun yanına gitmesi gerekiyordu... Son veda... Kanepenin üstünde duran yastığı eline aldı... Gözleri biraz daha az görüyordu artık... Sendeliyordu... Yere düştü... İlacı veren adamın söylediği doğruysa ölmeden beş dakika önce kör olacaktı... Ölüme beş kala oğlunu anlamak istedi... Onu anlamak için mi ölüyordu, anlayamadığı için mi? Oğlu onu anlayabilir miydi ki? Onu sevdiği için mi seçmişti bu yolu yoksa dayanamadığı için mi? Ölüm yaklaşıyordu...

Saf karanlığın içinde, karanlık tarafa mı geçmişti yoksa doğru yolu mu bulmuştu bilmiyordu...

Yerden kalktı, el yordamıyla kadife ipi buldu... Yere düşürdüğü yastığı eline aldı, emin adımlarla ipi takip etti... Koca adamın odasına girdiğini anladı...

Yirmi bir koca adam adımı, on buçuk yazar adımıydı...

Yavaşça saydı adımlarını ondan geriye... 10, 9, 8... Yaklaşıyordu emin adımlarla... 7, 6, 5... Oğlunun soluk alıp verişini duyuyordu... Karanlık dünyayı aydınlatan yegane ses... 4, 3, 2, 1... Biliyordu artık oğlu elinin uzanabileceği mesafede... Yastığı yavaşça oğlunun soluk sesine doğru götürdü...

Telefonum çaldı ve kapattım kitabı... Tanıtım birazdan başlayacaktı, ardından imza günü ve gereksiz bir sürü insan... Editörüm hadi demlenmeyi bırak da gel artık salona diyordu... Bir sürü yapmacık övgü, kendini marjinal sanan ama bir boktan anlamayan bir çuval Cihangirli...

"Sen sus reklam ve tanıtım işini bana bırak," demişti editörüm "Sen sadece sorulan sorulara cevap verirsin". Canıma com com... Lavaboya gidip saçımı, kıçımı, başımı düzelttim. Ukala görünmek sağlığa zararlı gibi tembihlemişlerdi yayın evinden: "Mütevazi görün!..  Eyvallah, söz en mütevazi ben olacağım...

Salonun arka tarafındaki kuliste bekliyordum... Editörüm yanıma geldi... "Biz sana mütevazi ol diyoruz sen güneş gözlüğüyle salona geliyorsun," dedi... Ne alakaysa!.. Güneş gözlüğü de mi sağlığa zararlı!

Bana ayrılmış, önünde koca puntolarla kartona ismimin yazdığı koltuğa oturdum, kıl kuyruk editör de yanıma...

Söze girdi, yıkadı ve yağladı!
Veni, vidi, vici.. Salonu fethettik.

Ağzı açık ayran budalaları bana bakıyorlardı... Eller havada ama kopmak için değil, akıllarınca soru soracak dallamalar... Editör kulağıma "Ben moderatör olayım, önce tanıdıklarıma söz vereyim olay çıkmasın, sorular tanıtımın parçası neticede" dedi. "Ver paşam keyfin bilir, istediğine söz ver... Patron sensin, akşama kafayı çekelim yeter" dedim. Daha ne içeceksin der gibi baktı hıyar... Yok anne öykülerinizde hiç mi yok, yoksa var da doğumda mı ölüyor, sizi terk mi ediyor, bu çocuk patates mi, yerden mi bitti; yok efendim hikaye içinde hikaye yazan adamın bir anlamı var mı, siz kimsiniz bu kitapta ayarında birkaç sıkıcı sorunun ardından,

"Mesihle ilgili çok öykü yazdınız ve onlarda diğer tüm Mesih anlatılarında sinemada ya da edebiyatta olduğu gibi baba figürü yoktu... Bu kitabınızda ise anne figürü yok. Neden acaba" demez mi, heyecanlandım azcık. Anladık bizim editörün tanıdığı biri değil, IQ'su kesin doksan civarı, ama doksan bir değil yani o kesin. Olsa olsa seksen dokuz...

"Mesihin dadısı vardır aslında, yani üvey babası... Onu görmek bir işimize yaramaz, ki bence sıkıcı ondan anneyle idare etmiştim bu vakte kadar... Ama bu sefer Tanrı'yı yere indirmeyi seçtim. Mesih gene var, ama babasıyla... Baba bir gaddar mı? Yoksa ilah mı?.. Oğlunun iyiliğini isteyen bir baba mı sadece? Yoksa kendi iyiliği için oğlunu kurban eden bir ebeveyn mi? Oğlunun yaşadıklarını anlamak mı? Yoksa anlayamadığını ve anlayamayacağını bilip, bunu anlamak için ölmeyi mi seçiyor? Belki de kendi ölümü daha yüce bir sebebe hizmet edecek kim bilir? Belki de babası ölse Mesih daha bir Mesih olacak? Ya da babası olmadan Mesih de mi olmaz? Tanrı'sız İsa nasıl olurdu?" diye devam ediyordum ki editörüm kulağıma "Yavaş oğlum yavaş ezme artık tamam" dedi. Bence de yeterdi...

Soruyu soran kadın şok olmuş bir şekilde teşekkür ederken editörüm "Başka soru alabilir miyiz acaba" dedi. Salon sus pus olmuş kimseden tek bir çıt bile çıkmıyordu... Bir anda bütün salon alkış, kıyamet ıslık, stadyuma çevirirlerken salonu tabii ki kimsenin götü yemedi soru sormaya...

Kalabalık dağılırken, bir duble viski getirmiş editör. İki buz... Zevksiz herif, viskiyi iki buzla katletmiş ya neyse. İçip kitabımı imzalayacağım, önünde kuyruk ve yüzlerce kitabım olan masaya oturdum. Otomatiğe bağlanmış, hatta yer yer kitaba sadece çarpı atıp yollayan elim uyuşmuştu... Fotoğraf çektirmiyordum prensip olarak, Türkan Şoray Kanunu'nun yazar versiyonu... Kaç yüz kitap imzaladım bilmem...

Artık bıkmıştım, bunalmıştım, bitmiştim, tükenmiştim, örselenmiştim...
Kitabımın kapkara, üzerinde hiçbir desen olmayan kapağı sanki beni yutuyordu...
Yoksunluk çekiyordum...

Editör kulağıma fısıldadı "Bitirelim mi?", "Tabii ki de bitir bu da soru mu?" dedim. Biraz kuytuda bir masa ayarlamışlar, imza isteyen kalabalıktan uzak... Oraya geçtim. Masanın her tarafı kadife iplerle süslenmişti, koltuğun üstünde de bir yastık... Sanki nikah masası! Viski istedim editörden, "Ama buz koyma!". Viskiyi elime aldım ve etraflıca bardağını inceledim. Öylesine... Bir yudum aldım, kafamı geriye atıp gözlerimi kapattım... Hiç bitmeyecek sanki bugün... Bacağıma dokunan küçük bir el hissettim. Gözlerimi açıp altımda duran çocuğa baktım. Garip bir giyinişi ve kafasında şapkası vardı. Boynu yere eğilmişti... Kafasındaki şapkadan yüzünü göremiyordum.

"Biliyorum!" dedi bir anda... Sesi sanki küçük bir çocuğa değil de koca bir adama aitmiş gibi geliyordu... Sanki çocuk değil de bir cüceymiş ben yanlış anlamışım gibi... Yüzünü göremiyordum ama kalbim yerinden fırlayacak gibi atıyordu, korkudan altıma sıçacaktım...
"Neyi biliyorsun?" dedim.

"Kimsenin göremediğini biliyorum! Onlar karanlıkla uğraşırken aslında senin neden koca adamın gözlerini kararttığını biliyorum!"

"Kitaptaki, çocuktan mı bahsediyorsun?"

"O çocuk değil, o koca adam! Onun gözleri kapalı ama aslında sen görmesini istiyorsun!" dedi.

Kalbim yerinden fırlayacaktı. Adam mı çocuk mu bir türlü anlayamadığım ve yüzünü göremediğim garip varlık beni korkudan öldürecekti...

"Peki o zaman neden gözlerini kapatayım, gözleri gören bir karakter olarak yazardım isteseydim, çok takılma yani" dedim küçümseyerek.

"Koca adamın görmesini istesen de çocuğunun gözleri ne renk olacak bilemediğin için mühürlüyorsun, kendi çocuğundan korkuyorsun, kadınlardan korkuyorsun, senin çocuğunun annesi olabilecek kadınlardan korkuyorsun, onların göz renklerinin hikayelerine yansımasından korkuyorsun... Ela mı, mavi mi, yeşil mi, kara mı? Çocuğunun gözü annesine çeker diye düşünüyorsun... Bunu yazmaktan korkuyorsun! Sen sevmekten değil, Tanrı'nın çocuğunu yüz üstü bırakmasından korkuyorsun... Senin Tanrın bir baba değil... Senin Tanrın bir kadın ve sen kim bunu bilmiyorsun?"

Nutkum tutulmuştu... Kelime bulamıyordum söyleyecek... Gözlerim kararmıştı... Oturmak için kucağıma aldığım, koltuğun üzerinde duran yastık elimden kaydı...Yere yığıldım... Masanın altına bağlanmış kadife ipe tutundum. Kalkmaya çalıştım, kadife ip!


...

Koca adam eline yastığı aldı, yerde yatan yazar bozuntusuna baktı... Şapkasının altından gülümseyerek yastığı babasının üzerinden havaya kaldırdı...

"Korkma baba sadece karanlık!"

Ve Tanrı Kararsın dedi...

25 Haziran 2012 Pazartesi

Blame It On Sibel Can


İlk intihar mektubunu 11 yaşında yazmış biri için, bu zamana kadar oldukça iyi idare ettiğimi düşünüyorum. Doğum günü, yaz tatiline denk gelen orta halli aile çocukları bilir; özellikle çocukken, öyle hafızanızda hep yer edecek, hayatınız boyunca unutamayacağınız doğum günleri yaşamak falan pek olası değildir. Çünkü tanıdığınız herkes tatildedir; kimi yazlığına, kimi köyüne, kimi halasına, teyzesine gitmiştir. Bizler için, doğum günü; aile arasında kesilen bir yaş pasta, anne babadan alınan klasik hediyeler, battal boy bir kola şişesi ve mumları üflerken çekilen bir fotoğraftan ibarettir. 

11. doğum günümde de yine her zamanki ekip, gereğinden fazla uzun yemek masasının bir ucunda toplanmış; heyecanla, dileğimi tutup, mumları üflememi bekliyordu. Aslında, “Hiç komik olmayan bir komedi filmini, ‘bakalım bu sefer güldürebilecek mi’ diye tekrar tekrar izlemek ne kadar anlamsızsa;  ‘bakalım bu sefer eğlenecek mi’ diye yapılan bu doğum günü partileri de o kadar anlamsız.” demek geliyordu içimden fakat annem fazlasıyla duygusal bir kadındı ve kardeşim mumları üflemek için, her zaman olduğu gibi, yine benden daha hevesli görünüyordu. Mutlu aile tablosundaki yerimi alıp, ritüelin bana düşen kısmını gerçekleştirmekten başka bir seçeneğim yoktu yani. Tam bir görev bilinciyle, pastaya doğru ilerleyip, mumları üflerken, eşzamanlı olarak patlayan flaşa doğru zoraki sırıtıp, kola-pasta ikilisini saniyeler içinde mideye indirdim. Bir doğum günü işkencesini daha böylece geride bırakmıştım işte. Derken, gözüm babamın içki dolabına ilişti, dolabın en uç köşesine özensizce bırakılmış yarım şişe viski, davetkar bir tavırla bana göz kırpıyordu adeta. O an, hayatımın ilk ‘after-party’sinin fazla uzakta olmadığını anladım. Kaşla göz arasında, şişeyi, annemin bana aldığı, geçen seneki doğum günü hediyemin bir üst modeli olan fakat ne hikmetse bana geçen seneki modelin ve hatta ondan önceki modellerin tıpa tıp aynısıymış gibi görünen Action Man figürünün kutusuna sıkıştırıvermiştim bile.

O viskiden, 4-5 yudum alabilmiştim belki ama beni çarpmaya yetmişti. Zaten şişede viski değil, şeftali suyu bile olsa, sarhoş olacaktım o gece. Çünkü oldukça iyi bir gözlemciydim ve Levent Kırca, her allahın günü, sarhoş karakterleri canlandırıyordu. Bu sayede olacak ki, daha viski şişesini elime almadan, yalpalamaya başlamıştım; şişeyi kafama diker dikmez de, çözümün aslında ne kadar basit olduğu kafama dank etmişti. Böyle bir hayatı istemiyordum ve yenisine başlamak için tek şansım da, bu hayata bir son vermekti. Fakat önce bir mektup yazmalıydım. Çünkü biliyordum ki, mektup intiharın yarısıdır; her intihar, arkasında bırakılan mektupla hatırlanır. Benimki de hatırlanmalıydı, hatırlanmalıydı ki; bir daha hiçbir çocuk, 11. yaş gününde yalnız kalmasın.

Elime geçen ilk defterden, devasa bir sayfa kopardım. Mektuba nasıl başlayacağım konusunda kafa patlatırken, önümdeki anormal büyüklükteki kağıdı, bir türlü sabit tutamadığımı fark ettim. Kağıt dönüyordu, duvarlar dönüyordu ve lanet olasıca kalemimi bir türlü bulamıyordum. Bir süre debelendikten sonra, sandalyemden destek alarak ayağa kalkıp, dönen duvarlara tutunarak, koridorun diğer ucundaki, kız kardeşimin odasına kadar düşe kalka ilerledim. Kapıyı vurmadan odasına girdiğim için söylenmekle meşgul olan kardeşimden, bir kalem istedim. 1. sınıfa yeni başlayacaktı, çekmeceler dolusu kalemi olmalıydı fakat bir tanesini bile vermemekte diretiyordu. Tek duyduğum ‘babama söyleyeceğim’di. ’Kalem’ dedim ısrarla, ‘kalem!’. O ise ‘kan mı’ diyordu, ‘ne kanı?’. ‘Beni korkutmaya çalışıyorsun, annemi çağırırım! Söylerim!’. O an anlamıştım, iyi bir gözlemci olmanın yanında, taklit yeteneğim de fena değildi. Olacak O Kadar sarhoşları kadar anlaşılmaz konuşuyordum demek. Kardeşimin masasında gözüme kestirdiğim ilk kalemi alıp, çığlıkları arkamda bırakarak çıktım odasından. Duvarlar biraz sakinleşmiş gibiydi fakat başım fena zonkluyordu. Odama girip, kapıyı arkamdan kilitlediğimde, belki de hayatımda ilk kez, huzurla dolduğumu hissettim,. Bitiyordu işte, kurtuluyordum! Daha kendimi nasıl öldüreceğime dahi karar verememiştim fakat gözlerim kapanmaya başlamıştı bile. Bu kadar çabuk ve kolay olacağına inanamıyordum.

Sandalyeye kendimi bırakıp, kağıdı önüme çektim ve ‘Hepinizden’ diye başladım, ‘nefret edi…” duraksadım; bir gariplik vardı. Kağıt mı parlıyor? Yazı mı? Boyum kadar kağıdı evirdim, çevirdim, bir gariplik bulamayınca, bunun, sarhoş aklımın bana oynadığı bir oyun olduğunu düşünerek devam etmeye karar verdim. Tekrar kaleme uzandığımda, elimdeki parıltıları fark ettim ve işte o an 11 yıllık hayatımdaki en büyük hayal kırıklığını yaşadım. İntihar mektubumu pembe ve simli bir kalemle yazıyordum! Gerçek olmadığına kendimi inandırabilmek için, çaresizce, göz ucuyla kağıda doğru tekrar baktım; evet, pembe simli bir kalemin bıraktığı izleri seçebiliyordum ve dahası da vardı; mektubumu, arkasında ‘Ilgaz Anadolu’nun Sen Yüce Bir Dağısın’ notalarının yazılı olduğu bir müzik defteri sayfasına yazıyordum! Yıllardır yeterince acı çekmemişim, insanları kendime yeterince güldürmemişim gibi, öldükten sonra da kahkahaları peşimi bırakmayacaktı demek. Buna izin veremezdim! Hala, şaşkınlıkla elimde tuttuğum kalemi,  hınçla odamın kapısına fırlattım; kalemin tüpü patlamış, saçılan mürekkep ve sim, kapımın arkasında adeta bir Sibel Can silüeti oluşturmuştu. Çıldıracak gibiydim. Sandalyemi devirerek, hızla kapıya koşup, tüm gücümle Sibel Can’a vurmaya başladım. Sanki tüm olanlar onun suçuymuşçasına, yumrukluyordum suratını. Doğum günümün yaz tatiline denk gelmesi, kutlamaya yine kimsenin gelmemesi, pastamda yalnızca 6 mum olması, tek seferde bütün mumları söndüremediğim için, dileğimin –biraz mürekkep yalamış her çocuk gibi, sonraki hayatımı, bir martı olarak yaşamayı dilemiştim-  gerçekleşmeyecek olması… Hepsi onun yüzündendi ve bunu onun yanına bırakmayacaktım. Her yumruğumda, birbirinin aynısı onlarca şarkısından biri geliyordu aklıma, sakinleşemiyordum. Çok sonra, artık ellerim sızlamaya başladığında, geri çekilip, ağlayarak yatağıma bıraktım kendimi, sızmışım.

Uyandığımda, viski şişesi gitmiş, odadaki dağınıklık gelişigüzel bir şekilde toparlanmış, üzerinde hala simlerin parıldadığı intihar mektubumun arkasına, ‘Ilgaz’dan kalan boşluğa, dün gece bir türlü bulamadığım, allahın cezası yumurtlayan kalemimle; ‘Bu evde pazar sabahları ailece kahvaltı edilir.’ yazılmıştı. ‘Ayrıca viski çocuklar için değildir!’.

24 Mart 2012 Cumartesi

Kara Adam


        "Don Quijote, kitapları kanıtlamak için dünyayı okumaktadır. Ve kendine, benzerliklerin ayna

gibi yansımalarından başka kanıt vermemektedir," Foucault.


Part III

...
Kolları tekerlekli  sedyeye düğümlü, soğuk koridor
Başında beş büyük akbaba, 
babalar ak, adam kara... Ya da Martılar

Ak ışıklar yanar söner, 
Ya da gözünün feri, ne bilir adam?
Var mıdır karanlığın rengi?
Ya da aydınlığın karası?

Bir parlak bir karanlık meçhul otoban, 
Sonu ak mı kara mı?
Bilmez ak-babalar,
Bilmez kara adam...

Bir ak-aban-baba-aban adamın üstünde
Ak-baba bir ak, bir kara
Ya da gözünün feri, ne bilir adam?
...
Nefes alır kara adam,
Ya da zorla üflerler ciğerine, kim bilir?
Ak-babalar!..
Bilir, fayda etmez.

...
Part IV
"Hastayı kaybediyoruz!" der, sunni teneffüsten arta kalan nefesiyle... Belli başı döner, adamın kalbi üstünde artık elleri titremektedir ya da ellerinin altında adam... Işıklar hiç bu kadar soğuk olmamış, iki parça üniformasının içinde o hiç bu kadar hararetlenmemiştir... Ya da adam sedyenin üstü, ateşlerin içinde iken o kanı serin kalamamıştır.

Part I
Serin bahar günü çimlerin üstünde,
Sayfa 121 "Bir gün canımı istersen gel ve al!" diyordu...
Repliği gereği kara adam...

TRİGORİN -  Evet... Evet... Temiz bir yürekten kopan bu çağrıda neden bir keder çınıltısı duydum, neden acıyla burkuldu yüreğim?.. Eğer bir gün hayatım sana gerekecek olursa gel ve al onu. Bir gün daha kalalım!

TRİGORİN - Kalalım, ne olur! 

ARKADİNA - Seni burada tutan şeyin ne olduğunu biliyorum canım. Ama kendine hâkim ol. Başın döndü biraz, ayıl.

TRİGORİN - Sen de ayıl, mantıklı, akıllı ol. Çevrende olanlara gerçek bir dost gibi bak ne olur! Fedakâr bir insansın sen... Arkadaş olalım... Vazgeç benden...

ARKADİNA -  Böylesine kapıldın demek?

TRİGORİN - Beni ona doğru çeken bir şey var! Bu belki de bana gereken şeyin ta kendisi.

ARKADİNA - Taşralı bir genç kızın aşkı, öyle mi? Oh, öylesine az tanıyorsun ki kendini!

TRİGORİN - İnsanlar ayakta uyurlar bazen. Şimdi seninle konuşuyorum ya, aslında uykudayım sanki ve düşümde onu görüyorum... Tatlı, olağanüstü düşler kapladı beni... Bırak gideyim, ne olur...

ARKADİNA - (Titreyerek) Hayır, hayır... Nihayet herhangi bir kadınım ben de, böyle konuşamazsın benimle... Üzme beni Boris... Korkunç bütün bunlar...

TRİGORİN - İstesen olağanüstü olabilirsin. Dünyada mutluluk verebilecek tek şey, taze, şiir dolu, insanı hülyaların dünyasına çeken bir aşk olabilir ancak! Ben böyle bir aşk yaşamadım daha! Gençliğimde, editör kapılarının eşiğini aşındırmaktan, yoksullukla boğuşmaktan vaktim olmadı... Sonunda gelip buldu beni o aşk, el ediyor, çağırıyor... Niye kaçayım ondan?

ARKADİNA - (Öfkeyle) Sen aklını kaçırmışsın!

TRİGORİN - Varsın olsun!

ARKADİNA - Hepiniz bana acı çektirmek için söz birliği etmişsiniz bugün! (Ağlar)

TRİGORİN - Anlamıyor! Anlamak istemiyor! 

ARKADİNA - Öylesine yaşlı ve çirkin miyim ki başka kadınlar hakkında utanıp sıkılmadan konuşuluyor benimle? (Trigorin 'i kucaklayıp öper) Oh, sen çılgına dönmüşsün! Güzelim benim, olağanüstü sevgilim! Sen benim hayatımın son sayfasısın! (Önünde diz çöker.) Sevincim benim, gururum, mutluluğum! (Dizlerine kapanır) Beni bir saatliğine bile bırakacak olsan yaşayamam, aklımı kaçırırım, olağanüstü erkeğim benim, kulu kölesi olduğum, efendim...

TRİGORİN - Bir gelen olur... (Kalkmasına yardım eder)

ARKADİNA - Gelsinler, sana olan aşkımdan utanç duymuyorum ki. (Ellerini öper.) Hayatımın zenginliği, deli bozuğum benim; bir çılgınlık yapmak istiyorsun sen, a-ma ben istemiyorum, bırakmayacağım seni... (Güler.) Be-nimsin sen... Benim... Bu alın, bu gözler, bu güzelim ipek saçlar benim... Tümüyle bana aitsin sen... Öyle akıllı, öyle yeteneklisin ki... Bugünün yazarlarının hepsinden üstünsün, sen Rusya'nın biricik ümidisin... Sende öylesine içtenlik, yalınlık, tazelik, öyle sağlıklı bir humor var ki... Bir insanı, bir doğa parçasını en belirgin çizgileriyle bir çırpıda yaratabiliyorsun sen. İnsanların yaşıyor senin! Oh, seni heyecana kapılmadan okumanın olanağı var mı! Dalkavukluk yaptığımı, yalan söylediğimi mi sanıyorsun? Şu gözlerime bak... Bak... Bir yalancının gözleri olabilir mi bunlar? Görüyorsun işte, senin gerçek değerini ben biçebilirim ancak, sana doğruyu söyleyen tek kişiyim ben, sevgilim benim, biricik erkeğim... Geliyorsun değil mi? Ha? Bırakmayacaksın beni, değil mi?

TRİGORİN - İradem yok benim... Hiçbir zaman da olmadı...Uyuşuk, gevşek, nereye çekerlerse oraya giden biri... Kadınlar boyle bir erkekten nasıl hoşlanır? Al beni, götür, ama bir adım öteye bırakma kendinden!

ARKADİNA - (Kendi kendine)  Elimdesin artık!.. (Hiçbir şey olmamış gibi pervasızca) Yine de istiyorsan kalabilirsin tabii. Ben giderim, bir hafta sonra da sen gelirsin. Niye acele edesin ki? 

Part II
...
Karısıyla çalışıyordu,
İronik...
Kadın titriyordu,
Ya da cebindeki telefon. 
... 
Sarsıldı kadın,
Ya da ilişkileri,
"Ne oldu?" demişti kara adam,
Kadının yüzü ap-ak
Kadının yüzü kap-kara
"Açıklayabilirim!" derken... 

...
Kara adamın kalbi kıp-kırmızı, 
Alnı ap-ak, düşündü...
"Ben mi soluyorum, yoksa güneş mi?"
"Esen rüzgar mı yoksa, leşime gelen akbabaların kanat çırpışı mı?"
"Canımı almaya geleceğin gün, bugün mü?"

...
Ambulans yolda, canını mı almaya geliyor, geri vermeye mi bilmiyordu kadın, bilmiyordu adam... Kapılar açıldığında kara adam çimlerin üstünde, kapılar kapandığında kara adam sedyenin üstünde, kapılar açıldığında kara adam ışıkların altında, kapılar kapandığında kara adam ölümün pençesindeydi... 
Onu kurtarmaya çalışan beş doktor, 
Peşleri sıra koşan bir kadın, 
sıkışan bir kalp vardı... 












26 Ocak 2012 Perşembe

Camel Soft...

Bir yazıyı bitirmişken taze, sona ayırdığım Camel Soft'u içmenin verdiği tada hiçbir zaman paha biçebilen çıkmayacak... Paha biçmeye cürret eden bile çıkmayacak... Eminim!