27 Kasım 2010 Cumartesi

Yinelenen bir halet-i ruhiye: Benjaminia

Tarih Üzerine Tezler I - “Hep söylenegeldiğine göre, bir otomat varmış ve bu öyle yapılmış ki, bir satranç oyuncusunun her hamlesinde, kendisine partiyi kesinlikle kazandıracak bir karşı hamleyle yanıt verirmiş. Geniş bir masanın üstündeki satranç tahtasının başında, sırtında geleneksel Türk giysileri bulunan, nargile içen bir kukla otururmuş. Aynalardan oluşan bir sistem aracılığıyla, ne yandan bakılırsa bakılsın masa saydammış gibi görünürmüş. Gerçekte ise masanın altında, satranç ustası olan kambur bir cüce otururmuş ve kuklanın ellerini iplerle yönetirmiş. Bu mekanizmanın bir benzerini felsefe alanı için tasarımlayabilmek olasıdır. Bu bağlamda sürekli kazanılması öngörülen, ‘tarihsel maddecilik’ diye adlandırılan kukladır. Bu kukla, bilindiği üzere, günümüzde artık küçük ve çirkin olan, kendini göstermesine de izin verilmeyen tanrıbilimi de hizmetine aldığı takdirde, herkesle rahatça başa çıkabilir”.
Walter Benjamin

25 Kasım 2010 Perşembe

Uyanmak Önce Gelir.


Uyandığımı sanmıştım... İki ayağı üzerinde durabilen omurgalılardan biri olduğumu kanıtlamak için, önce yavaşça acı veren kıçımın üzerine tüm yükümü verip kamburumu yere paralel hale getirdim. Gözlerim hala kapalı... Kafamı yakarır gibi havaya, tanrının olduğunu düşündüğümüz yere doğru çevirdim. Gözlerim hala kapalı. Bir dizi combo küfür tüm uykusuzlara geldi benden. Bilgisayarla gözlerimi senkron bir şekilde açtım. Galiba işlemcilerimiz aynı. Şarkı listemi shuffle'a aldım ve kablosuz kulaklığımla tuvalete yollandım. İçimdeki tüm pislikleri alttan yollarken yenilerini ciğerime çekmemek için hiç bir sebep görmedim. Her şey o anda oldu çalan şarkı sigur rós & steindór andersen'dendi. Ve tam o anda ezan başladı. Sanki kafamda iki imam baskın çıkma yarışı yapıyordu. Uyanma seansım tehlike altında! Kulaklığı çıkartıp çamaşır makinasını boş bir şekilde çalıştırdım. Riske giremezdim...

21 Kasım 2010 Pazar

Yemek Sırasındaki Günahsız Cyborg (3)


Tanrım neden okuduğum her bir Rus romanının acısını rüyamda bir şeyler betimleterek çıkarıyorsun? Bak cidden bıraktım bu işleri, Rus’u değil de edebiyatını . Rus benim için betimleme değil artık, senin zaten betimlediğin bedenler. “Evrensel güzel”in tanımı. Hayır anlıyorum bu işte iyisin, ama fazlasını bekleme benden. Sadece artık takdirimi okuyarak sunmuyorum. Anla be Tanrım işte! Biraz azgınım bu ara… Tatil üzerime geliyor, o geldikçe ben birilerinin üzerine çıkıyorum. Sevmiyorum tatili! Kamusal insandan, cinsi(e)l varlık olan insana geçiyormuşum gibi oluyor. Ye, iç, seviş, yat! Ha eğer mutlu olacaksan araya "dua et" de ekleyebilirim. Kafamda dolaşan tüm tilkiler gidecek bir kürkçü dükkanı bulamadan yok oluveriyor. Tilkisiz ben ne işe yararım Tanrım! İnsanların, kafalarına sokacak günah bulmadan ne işe yararım ben! İş benim günahlarımda değil anla işte! Keşke öyle olsa, bir “sen”, bir ben, bir de günahlarım. Artık devir değişti, ben ve benim gibi koyunların asılırken kendi bacağından başka bacakları da üstlenmesi gerekiyor. Ne güzel eskiden herkes ate ate dolaşırdı etrafta. O günleri özlemiyor muyum sanıyorsun? Yani özlesem de o günlerde ne iş yapardım bilmiyorum ama gene de özlüyorum. Belki doktor olurdum ha? Ya da avukat. Şimdiki avukatlık gibi değil ama hani şu idealleri olanlar vardı ya... Bir sürü dizileri bile vardı. Şimdininki ise sadece boktan bir filme sahip “Şeytan’ın Avukatı”. Öyle olmak istemem. Yani istemezdim, şimdi isterim tabii maaşı çok iyi. Nifakçı olmaktan iyidir. Bir defa nifakçı olunca sırf pirimle çalışıyorsun, adın sanın bilinmiyor, teşekkür etmelerini geçtim küfür bile etmiyorlar. Hayır ben de bordrom dışında bir tepki görmek istiyorum ölmeden önce Tanrım!.. Öbür tarafta beni nelerin beklediğini bilmiyorum, ama hiçlik olmadığını bilmem güzel bir şey. Tanışaçak mıyız ki? Neyse…



Bugün farklı olacak inanıyorum “it’s a new dawn… it’s a new day for me… and i’m feeling good” değil mi Nina Simone. Kumandayı elime aldım ve otel odasındaki dev ekrana elektrik akışını gönderip hayat verecek olan sanal Tanrıya, kumandaya dokundum. Yaşasın! Sadece sabah kahvaltısını kaçıracak kadar geç, öğle haberlerini yakalayacak kadar erken kalkmıştım. CERN’deki bilim adamları tüm ülkelerdeki Tanrı Bakanlıkları ve özel Günah Alma şirketleri hakkında konuşuyordu. İyi ki varlığın ispatlandı Tanrım! Gözlüklü ve top sakallı İsviçreli, Tanrı'nın varlığının ispatlanmasının ardından kurulan bakanlıkların ve günah alma şirketlerinin çok fazla arttığından yakınıyor, bunların belirli kurallara bağlanması gerektiği konusunda uyarılarda bulunuyordu. Çünkü günahları devraldıklarını söyleyip sonradan tövbekar olan bir sürü güvenilmez şirket vardı. O kadar para ödeyip günahının boynunda asılı kalmasını kimse istemez. Artık her alanda rahipler, imamlar, hahamlar gibi din adamları denetçilik yapıyorlardı. Bir zamanlar din karanlık dünyanın tek hükümdarıydı. Şimdi ise dünyanın daha aydınlık bir yer olması için tek ışık kaynağı. Eskiden CEO'lar şirketlerin geleceklerini belirlerdi. Şimdi ise çalışanlarının işleyebilecekleri günahları engellemeye, işlerlerse de kurtulmalarını sağlamaya çalışıyorlar. Her şirket sahibi günahkar çalıştırmanın getireceği günahtan korkup, çalışanlarının günahlarını aylık olarak devrettiriyordu. The Sins tam da bu amaca hizmet için kurulmuştu. The Sins since 2012. Büyük şirketlerin çalışanlarının günahlarını ve onlara iliştirilmiş tomarla parayı devralmak bizim işimizdi. "Günah bizim işimiz!.. Birini mi öldürdünüz, eşinizi mi aldattınız, patronunuzdan mı çalıyorsunuz, korkmayın sizin cennettekilerden bir eksiğiniz yok! Fazlanız var! Gelin alalım."



Odadan çıkıp öğle yemeği için aşağı kata iniyordum. Burada da iş düşünmek istemiyorum artık, hele günah hakkında bir şey konuşmak hiç istemiyorum. Ya da insanların benim ne iş yaptıklarımı öğrendiklerinde bana acıyarak bakmalarını istemiyordum, bilmiyorum... Kabuslarım... Rahat bırakmıyor beni. Kabusu görmek mi yoksa yaşamak mı daha çok beni korkutuyor bilmiyorum. Sanki yaşasam bir yerinden başlamış olurum, ama görmek ve tedirgin olmak beynimdeki tüm nöronları itinayla kemiriyor... Ama sözümü tutacağım bugün yeni bir gün olacak. Yeni bir gün doğmayacak tabii, ama doğmuş olan güneşe hakkını vereceğim. Bin dört yüz kırk dakika özen...


Açık büfenin önünde her bir zıkkım için küçük kuyrukçuklar var. Yağa boğulmuş et yemekleri, zeytinyağlılar, deniz mahsulleri, vejetaryen menüler, diyet menüler... Hepsinin de önünde farklı tipler bekliyor, hayır yani 10 metre öteden yaklaşmakta olan bir X şahsının hangi sıraya kilitlendiğini ve ne yemek istediğini görememek körlük olur. Ben mi? Ben yemek ayırt etmem, yani edemem aslında. Her damak tadının uyduğu fix günah listeleri var çünkü ve bana hangi tipten birinin görev yazıldığını seçme şansım yok… Mesela şu pirzola kuyruğu önünde bekleyen sandaletin üzerine çorap giyen, omuzlarının üzerinden aşırdığı çapraz askılar t-shirtünü kapatmaya yetmemiş olan, ekose şortlu adam. Kısaca bir patron, kısaca para babası, kısaca öküz! Sekreteriyle yatması için benim çaba sarf etmeme gerek kalmayan adam. Karısının her Perşembe konkene diye gidip kocasının altında çalışan müdür yardımcısının altına girerek, enteresan bir emir komuta zinciri yaratan bir eşe sahip olan maktul aynı zamanda. Diyalektiğin seksi! Günahların taşması, coşkuların boşalması… Böyle adamlar için yaratıcı olmak gerekmiyor.


Şişman adamın arkasında bekledim ve yemeğimi aldım. Adam oturacağı masaya doğru yürürken tahminlerimin kesinliğinden bir kez daha emin olmuştum. O afet-i devran, o sarısın bomba bacak bacak üstüne atmış slim Parlement’inden bir nefes çekerken elindeki telefonda gizli kapaklı işler çeviriyordu. Kocası yaklaşırken çantasına attı telefonu. Aman beni ilgilendirm… Cümlemi tamamlayamadım. Tabağımı alıp tabelası ve ışığı olmayan sıradan, U dönüş yapmaya çalıştım. Omzumun temas ettiği kadını görünce yaşadığım kısa devreden dolayı kendimden tiksindim. Bir an için her şeyden tiksindim. Lanet olsun ne işi var burada! Bu bir mantık hatası, bu bir “error”. Bu kuyruk ona göre değil ki! İşlemiş olabileceği günahlar hakkında hiçbir fikrim olmayan bir Cyborg var karşımda.
-“Pardon geçecek misiniz?”
-“Kısmet olursa neden olmasın,”
-“Anlayamadım ne kısmet olursa,”
-“Yani bir sen, bir ben bir de güna… Şey canım yani geçeceğim evet. Pardon beklettim,”
-“Deli mi ne ya!”


Evet Tanrım dünyayı ne kadar zamanda yarattığını anladım! Gerçekten. Anlamakla kalmadım hatta deneyle kanıtladım, gözlemle onayladım. Parçacık hızlandırıcı başucumdaydı onu gördüm.
Tüm atomlarım birbirine çarpıp Tanrı’ya şıh koşmuştu. Bir ben vardı bir de içimde yeni doğan ben!.. Biliyordum bugün başka bir gündü! Tüm kalbimle inanmıştım! Kasıklarıma bir Rus dışında bir dişi kan yürütmüştü, hem de istemsiz bir beyaz kas gibi çaba sarf etmeme ihtiyaç duymadan. Ancak volkan yine de St. Petersburg ya da Moskova’da ikamet eden bir kadının kısmeti olacaktı. Daha zahmetsiz, daha stressiz, daha duygusuz, daha rasyonel, az cezp edici ve optimum yararlı. İsimsiz Cyborg şimdilik önceliğim değil. Vücudumdaki her hormonun darbe yapmasına izin verseydim eski solculardan ne farkım kalırdı. Tanrı korusun! Korursun değil mi Tanrım?

11 Kasım 2010 Perşembe

Şarap


Ve o gece Cemal Süreyya şöyle yazdı;
"Saat onikiden sonra, bütün içkiler şaraptır".


5 Kasım 2010 Cuma

En İyi Adamlar Yalnızken Güçlüdür

seçimini
zekice
yapmak
yarılamaktır
zafere giden yolu;
diğer yarısı
kayıtsızlıkla
fethedilir.

bir yanda
istediğin
her şeyi
söyleyebilirsin,
öte yanda
mecbur
değilsin.

ben
bir şekilde
ikisini de
yapmayı
becerdim.

bu yüzden
benimle
bir sorununuz varsa
size
aittir.

Charles Bukowski

2 Kasım 2010 Salı

Kafedemide Bir Öğle Yemeği

Duvarın dibine istiflenmiş piyanonun inatla yıllardır saklı tuttuğu öykünmelerin çatalı sol bıçağı sağ elimizle tutmamız gerektiğini kafamıza çaldığı o yemekhanede, 30’dan önce doğanların bize doğrulttukları bakışlarını gizlemek kibarlığını bile göstermeksizin “aydınlanmayı biraz fazla mı kaçırdık acaba” sorusunun muhtemel yanıtlarını paslı dimağlarında aramaya başladığı o öğle vakti, nedense o öğle vakti, en son ergenlik dönemimde hissettiğim ilginç bir güvensizlik duygusuyla aynaya bakmak istedim. Bu türden hissiyatlar son zamanlar hayatımda fazlasıyla nadide bir hale geldi doğrusu. Bunun yarattığı hazza yenik düşerek yerimden doğrulduğum anda kulağımda uğuldamaya başlayan gayri samimi -ve oldukça da resmi- sohbetlerin gürültüsü, ne türden bir çılgınlığın içerisinde ziftlendiğimi şu biçare beynime haykırmaya başlamıştı.

Yürüdüm, ayaklarım sahte kahkahalara takılıyordu, yere düşüyordum ve birdenbire bütün kafedemisyenler masalarda bulunan tabaklarla beni recme yelteniyordu. Her taraftan üzerime doğru uçuşan tabakların korkusu ayağa kalkıp kaçmamı engellemişti, hazırlıksız yakalanmıştım. Tüm yemekhaneyi kahkahalar sarmıştı, çılgınlar gibi eğleniyorlardı, hatta 30’dan önce doğanlardan biri koşarak piyanonun başına geçip Onuncu Yıl Marşı’nı çalmaya başlamıştı ve ben yerden kalkamıyordum. Ne yapacağımı bilmeksizin yerde uğunurken aralarından bir tanesi ortaya çıkıp “aranızda aç olan var mı?” diye bağırdı. -İtiraf etmek gerekirse ilk başta bu cümlenin entel bir yamyamlık ritüeliyle sonuçlanacağını düşünüyordum fakat öyle olmadı.- Adam sorusunu tekrarladı: “Aranızda aç olan var mı? Aç olan varsa ilk tabağı o fırlatsın!” Sonra başka bir tanesi ortaya atladı ve dedi ki: “Benim açlıkla ilgili çalışmalarım var, hiç aç kalmadım ama açlıkla ilgili bir sürü makalem var. İlk tabağı atmak bana düşer.”

İlginçtir, lavaboların bulunduğu holde istiflenmiş koltuklarda hep aynı simalara rastlarsınız. Ellerinizi yıkarken hep aynı sohbetleri dinlersiniz: Bilmem kimin doçentlik jürisinde problem çıkmış, inadına yapmışlar, bunun nedeni o kimsenin ilerici ve aydın bir insan olmasıymış ve kafedemi gericilere kalırsa sonunda gericiler hepimizin başını kapatırmış. Yine bu sohbetlerden birisini dinlemeye koyulmuş sakallarımın kendi kaderini tayin hakkı olup olmadığına karar vermeye çalışıyordum ki birden 30’dan önce doğanlardan birisi içeri girdi ve her zamanki selamsızlıkla ellerini yıkamaya koyuldu. Tek parti döneminde üniversitelerdeki bütün kürsülerde “RES-101 Uygar Kayıtsızlık” dersleri verilmiş olmalı, aksi takdirde eski kuşak kafedemisyenler bu konuda asla bu kadar başarılı olamazlardı. Neyse ki birden ilahi adalet tecelli etti ve benim oradaki varlığım inkâr edilemez bir hal aldı: Yaşlı kadın ellerini yıkarken kolyesini ayaklarımın dibine düşürdü. Eğilerek almak zorundaydı, başka yolu yoktu, bunu benden rica etmezdi. Bense bunun ne pahasına olursa olsun kaçırılmaz bir fırsat olduğunu düşünerek ellerimi kurulama işini birkaç saniye daha uzatmaya karar verdim. Normal şartlar altında olması gereken şudur: Kadın eğilir, kolyesini yerden alır, tam doğrulduğu anda göz göze gelir ve gülümsersiniz. Bazen bu tür aksiliklere dair esprili cümleler de eklenir ve durum sıradanlaştırılır. Fakat öyle olmadı, kadın eğilmedi, kolyesini yerden almadı, gülümsemedi, espri de yapmadı, bunun yerine lavabodan çıkmayı tercih etti. Hemen ardından ben de lavabodan çıktım, adımlarını takip ederek yerime ulaşmaya çabalarken kadının düşürdüğü kolyesini alması için bir asistanını lavaboya yolladığını fark ettim.

Masaya tekrar oturduğumda öğle yemeklerimi bir tür tahkiye enjeksiyonuna çeviren Kurtalan Hoca her zamanki yerini almıştı. Kurtalan hoca enteresan adamdı, diğerlerine benzemezdi, kafedemisyenleri sürekli eleştirir, kimsenin ağza almaya cesaret edemediği kelamları eder, bunun kefaretini de öderdi. Severdim bu adamı, dinlemeye değerdi. Beni görür görmez “oğlum Cahit” dedi, “bu kafedemisyenler kenar mahalle dilberleri gibidir. Laf olacak söz olacak diye çok korkarlar, ama bir taraftan da hep kırıtarak yol alırlar” diye başladı ve yaklaşık yarım saat boyunca ilki 1956’da geçen ve birbirini takip eden bir sürü hikâye anlattı. Sonunda sadede geldi, gözlerini kıstı, gözlüğünü düzeltti: “Bak oğlum etrafına, gör, kilometrelerce unvanı olan insanlar ne halt ediyormuş? Peşlerinde asistan ordularıyla yürürken kendilerini önemli hissedenlere bak! Yemeğini bitir evlat, aptal bir idari görev için birbirlerini yiyenlerle aynı sofradasın. Yalnız unutma, lokmaları yutarken otorite karşıtı edalara da bürünmelisin ki inandırıcı olasın”.

...

Yemeği yarıda bırakarak bahçeye çıkmaya karar verdim çünkü Kurtalan Hoca’nın sözlerinin ardından yemek yediğim tabakta makarna yerine küçük kurtçuklar görmeye başlamıştım. Hele iki sene öncesinde öğretim üyelerinin diğer personellerle aynı yemekhanede yemekten rahatsız olarak çıkardıkları olaylara dair hikâyeler fazlasıyla asabımı bozmuştu. Yalnız kalabileceğim bir köşeye geçip sigaramı yaktım. Kendi kendimi “oğlum Cahit, yolu yok çekeceksin, kaderin bu” gibisinden filmlerden aparma motivasyon sözcükleriyle ikna etmeye çalıştığım sırada, nedense tam o sırada, bahçede bir gürültü koptu: “Yaşasın yemekhane direnişimiz”.

Öğrenciler hep bir ağızdan sloganlar atmaya başlamıştı. Kafedemisyenlerin sürekli aşağılayarak derslerde yaptıkları aptallıkları anlattığı öğrenciler, maaşlarını alamayan yemekhane işçileri için eyleme geçmişti. Her gün sabahın köründe okula gelerek astıkları pankartları güvenlik görevlileri tarafından sökülmesinler diye her akşam topluyorlar, gelecek karartan zabıtlar tutan idarecilerin, kameraların ve daha da ötesi 30’dan önce doğanların aşağılayıcı bakışları altında çekinmeden işçilerin haklarını koruyorlardı. Sonra sıradan şeyler oldu; polis takviyesi, uyarılar, gaz bombaları, çatışmalar ve sonunda polisler öğrencileri gözaltına aldı. Bunlar gerçekleşirken kafedemisyenlerden bir tanesi bile ortalıkta yoktu. Özgürlük edebiyatı, ilerici bakışlar, kocaman cümleler ve gerçekte puan almak için yazıldığı halde ilginç bir şekilde işçi sınıfından bahseden makaleler yoktu. Odalarına çekilmişlerdi. Elbette ki öğrencilik döneminden beri uyguladıkları, sürekli önemli bir öğüt olarak dinledikleri ve sürekli başkalarına öğütledikleri, hatta kafedemisyen olmalarını borçlu oldukları o temel ilkeyi uyguluyorlardı: “Olaylara karışma”.

Çok kızgındım. Kocaman cümlelerle yapılan konuşmalar aklıma geldiğinde böylesine görgüsüzce bir görmezden gelmenin nasıl mümkün olabileceğine şaşıyordum. Nefretimi kusabileceğim birilerini arıyordum, bir kafedemisyen mesela. Fakat nedendir bilmem tam o sırada yeniden en son ergenlik dönemimde hissettiğim ilginç bir güvensizlik duygusuyla aynaya bakmak istedim. Bu sefer ayaklarım hiçbir şeye takılmadı, bu sefer lavaboların olduğu koridor boştu. Bu sefer sakallarıma ilişkin kaygılarım ortadan kalkmıştı. Aynayı silen bir görevli dışında hiç kimse yoktu. Aynaya baktım ve o sırada fark ettim ki ben de aslında aynı şeyi yapıyordum. Aynı ilkeyi farkında olmaksızın hayatıma yerleştirmiştim. Tüm o şeyler gerçekleşirken benim tek yaptığım olaylara karışmamak olmuştu.

Tüm o şeyler gerçekleşirken; aslında öğrencilerin yanına gitmek istedim. Aklıma aileme bakmak zorunda olduğum geldi, yine de onlara doğru yürüdüm. Aklıma borçlarım, ödenmemiş faturalarım, banka kredilerim geldi, yürümeye devam ettim. Aklıma kafedemik kariyerim, içinde olduğum projeler, hafta içi teslim etmem gereken makale geldi, yine de yürümeye devam ettim. Sonunda birden aklıma o akşam buluşmak için sözleştiğim kadın geldi, durdum. Düşündüm. “Oğlum Cahit” dedim, “yolu yok çekeceksin, kaderin böyle” ve benzeri…