26 Aralık 2010 Pazar

[Sansürlü]


İyileşmek. Kabahatli yahut illegal madde bağımlılığından onanmış bağımlılığa geçiş. “Altı ay daha bu ilacı kullanacaksın, yoksa…” Yoksa ne? Her neyse… Metaforlar zihnimden testislerime yuvarlanıyor, bunu yazmalı:

İyileşmek aynı zamanda kimliği belirsiz şahıslardan son havadisleri almak anlamına geliyor. Garip bir şekilde gerçekleşiyor bu. Aynı filmlerdeki gibi, telefonunuza bilinmeyen bir numaradan acayip bir mesaj geliyor: “Bilmem kimin bilmem kimle bilmem ne ettiğini biliyor musun? Bir dost”. Bilmiyordum açıkçası. Demek istediği şeyin Bukowski çakması ifadesi şöyle: “Sevdiğin kadın şu an bir dallamayla öpüşüyor, ya da daha kötüsü onun taşaklarını yalıyor”. Neyse ki umursamıyorum [hatta o kadar umursamıyorum ki bunları yazıyorum, lanet olası sigarayı bırakacak zamandı sanki].

Aslında kimin kiminle ne yaptığından ziyade, esas sorun çok fazla yalana maruz kalmış olmak. Üstelik sadece yaratıcı yalanlara değil, yalan olduğunu bildiğin yalanlara da inanmak. Ve daha bir sürü şey…

Bu tecrübenin ana fikri nedir bilmiyorum açıkçası. [BU KISIM FEMİNİST İTİRAZLAR NEDENİYLE SANSÜRLENMİŞTİR] Bir de tekerlek var. Fakat hikâyeyi anlatmak istemiyorum bu sefer.

24 Aralık 2010 Cuma

Klinik Notları


Kapatılma… Tanrısı Dyonisos olan bir adamın başına gelebilecek en kötü şeylerden biri. Sorgusuz sualsiz bir itaatkârlık hali. “İtaat et, yoksa öleceksin!” Mesih bile kendi yaralarını sağaltamaz. Betermiş gerçekten de… Şu ana kadarkilere baktığımda, sanırım en kötüsü bu.

Her gün cesetlerin morga taşındığı bir klinikte asla iyileşmeyeceğin düşüncesiyle sarsılırsın. Sonluluğun böyle birden gündeme oturması zihnini Heidegerian kaygıların içine sürükleyecektir. Ve hızlı da olacaktır bu. “Yahu yazacaklarım vardı ve yapacaklarım…”

“Sakin ol, aklını yitirme. Bir çözümü olmalı. Hikâye anlatıcılığı, evet bu iyi gelecektir”. Sonra anlatmaya başlamak. Önce Lokman Hekim ile ilgili küçük bir mit. Sonra tanrılar, kahramanlar, peygamberler ve eninde sonunda gerçekler. Biraz politika.

Kanımla doldurduğu şırıngalar, bedenim üzerinde yaptığı testler, vücudumdan alıp incelediği örnekler ve tedavi etmek üzere damarlarıma enjekte ettiği sıvıların üstüne bir de beni yarı çıplak o makineye sokmaya kalkıştığında doktora söylemek üzere uydurduğum kelime: “Medico-faşist”. Sonra da kardiyoloji bölümündeki tüm doktorlara bir hediye dağıttım: Foucault’nun meşhur kitabı, Kliniğin Doğuşu.

Malum sınıflar çağı… Eğer Muş’tan gelen Salih Amca gibiysen, yani tedavin uzun sürecekse ve cebinde beş kuruş yoksa ve gidecek yerin yoksa ve sosyal güvencen yoksa ve hastanede senin için yatak olmadığı söyleniyorsa ve… Yani Salih Amca’ysan, geceleri girişteki banklarda yatıp gündüzleri sözde tedavi olmak üzere sıra beklersin. Eğer önemli biriysen, mesela Salih Amca’nın yatak olmadığı gerekçesiyle bankta sabahladığı dördüncü gece hastaneye getirilen Erbakan’ın damadı gibi birisiysen, yedinci kattaki VIP bölümünde senin gibiler için boş olarak bekletilen, beş yıldızlı bir otel odası konforundaki -üstelik manzaralı- bir odaya alınarak hemen tedavi edilirsin. O yedinci kat öyle bir yerdir ki oraya gönderilen hemşireler dahi “güzellerinden” seçilir. Kapitalizm öldürür!

—Doktor bey bu ilaçları ne kadar daha kullanmam gerekiyor?

—Yan etkilerine dayanabildiğin kadar.

İnsanların, yani hastaların, refakatçilerin, hemşirelerin ve doktorların çoğunun sözlerimi öylesine pür dikkat dinlemesinin bir nedeni varmış. Ziyaretçilerimin çok olması, anlattığım hikâyeler, adımın Yasin olması ve sakallarım sayesinde bana dair oluşan kanıya göre ben bir Nakşî mürşidiymişim. Neyse ki taburcu olmama yakın bunu öğrendiğimde herkese komünist olduğumu söyledim, vicdanım rahat.

Ve taburcu olmak. Hastanenin bahçesinden koşarak çıkmak. O anda dünyayı güzel bir yermiş gibi anımsamak. Sorunsuz bir yer gibi, hastalıksız bir yer gibi düşünmek onu. Hatta bir daha hastalanmayacağını düşünmek. Artık çarmıhtan kalktığını sanmak. Ne büyük bir yanılgı bu…

15 Aralık 2010 Çarşamba

Bekliyoruz...


"Nasıl Olur? İçki içmem yasak. Beni nasıl derin, rahat uykumdan , beni kendime getirecek uykumdan kaldırıp meyhaneye götürmeyi önerirler? Ama nasılsa yatacak günlerim ve gecelerim çok. Ben içmesem de, onların neşeli konuşmalarını dinlerim. Bir kuşkum da var. Yenikapı meyhanesi diye beni arabaya bindiriyorlar. Bir bahçeye giriyoruz. Biraz sonra, gece karanlığında tanımadığım bir gri klinik kapısı önündeyiz. Elbirliğiyle beni şişman bir hemşireye teslim ediyorlar. Odamı gösteriyor. Yanımdaki yatakta başka bir kadın yatıyor. Aynı rahat uykuyu bulmama olanak bırakıldı mı?

Yabancı doktorlara, her şeyi baştan anlatmak zorundayım. Arkadaşlarım da gelmiyor. Yaz yaklaşıyor. İnsanlar, güneşli günlerde açıkhavada oturuyor olmalı. Tuvaletler girilmeyecek kadar pis kokuyor. Yemekler yenilmeyecek kadar kötü. İlaçlar susatıyor. İçecek hiçbir şey yok.
[...]

Görüyorsun işte. Hastalar ancak günlük yaşam içinde, yakınları arasında, davranışlarına hasta denilmeyen insanlar arasında iyi edilebilirler. Çünkü sinir hastalığı da bulaşıcı bir şey. Hem öyle mikrop almakla ilgili değil, bir insanın umutsuzluğunu derinden algılamakla bile geçebilir. O zaman gücün varsa kurtar kendini. Ne ilaç ne şok. Hastalık ile sağlık arasındaki bağ o denli zayıf ki, bir şizofrenin otuz yıllık solgunluğunu, zayıflığını, iştahsızlığını, çürümüş dişlerini ve zamanı yitirmişliğini yakından duymak, şizofreni kokusunu koklamak bile hasta edebilir insanı."
Tezer Özlü Çocukluğumun Soğuk Geceleri.

Aramıza dönmeni bekliyoruz biricik arkadaşımız Yasin.

14 Aralık 2010 Salı

Modern Tıp-mış (!)

"Maalesef, yararı olmamasının yanı sıra zararı da olmayan tıp hizmeti, gittikçe büyüyen sağlık kurumunun günümüz toplumuna verdiği zararların yanında çok önemsiz kalır"
I. Ilich

12 Aralık 2010 Pazar

ACİL SERVİS

- Doktor bey çok ağrım var, sabaha kadar geçmedi.
- Kalbinizde problem var, ağrıması normaldir.
- Ama dinmiyor bu ağrı, uyuyamıyorum bile.
- Normaldir normal, kas ağrısıdır kesin.
- Ama acı çekiyorum.
- Normal.

11 Aralık 2010 Cumartesi

Hastalık

Modern tıp diye bir şey varmış ve beni iyileştirecekmiş öyle mi? Hiç ihtimal vermiyorum buna. Tedavi uzmanların emir ve yasaklarıdır. Tedavi olmak başlı başına ontolojik bir dramdır. Bugüne kadar sana ait olduğundan en ufak bir kuşku bile duymadığın bedenin hakkında birtakım uzmanlar hüküm verir. Sana senin için iyi olanın ne olduğunu söylerler. Hayatın hakkında tasarruf sahibi olan bir doktor vardır, önce hastalığına Latince bir tanı koyar, sonra bir şeyleri yasaklar, bir şeyleri zorunlu tutar, eline bir reçete verir ve der ki “eğer dediklerimi harfiyen yapmazsan, öleceksin”. Garip bir hal alır dünya: “İçki içme, sigara içme, cigara hiç içme, mümkün mertebe hareket etme, seks yapma, evden çıkma, kalbini yorma…”

Sonuç fazlasıyla tanıdıktır: Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerinden uyandığında kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.

Çoğunlukla içeri ışık girmesini dahi istemediğin bir odada, çoktan senden kaçmaya başlamış dostlarının ardından, iyileştikten sonra ilk neyi tecrübe etmek istediğini düşünür durursun. Üretkenliğin de ciddi bir krize girmiştir üstelik. Öyle ki, üst üste duran okunmamış kitaplar dahi bu konuda seni ayartmayı başaramaz. Artık en güçlü besin kaynağın elinden alınmıştır. Tecrübeler sınırlanmıştır. Sokağa çıkamazsın. Uzmanların “yapma” ve “etme”-leri içerisinde, bir tecrübesizlik âlemine kapatılmışsındır. Sonra telefon çalar, güçsüzlüğünü duyan birisi daha arar: Acil şifa dilekleri… “Duyduk, çok üzüldük, böceğe dönüşmüşsün. Geçmiş olsun”.

4 Aralık 2010 Cumartesi

Baker Sendromu

Önce tez yazarken içinde kaybolduğum girdap, sonra da bu hastalık. Biliyorum, hepsi Tarde’ın kitabını elime aldığım gün başladı. Daha o gün hapı yutmuştum aslında. Bir terslik olduğu belliydi. Hayır! Yağma yok kardeşlerim! Bizim jenerasyonun Baker’i ben olmuyorum! Göreceksiniz bakın ne kadar kısa sürecek; bir aya kalmaz kalbimi sağaltır, tezimi bitiririm ve bir daha da Tarde filan okumam. Her şey çok güzel olmasa da, ben yaşarım. Kusura bakmayın kardeşlerim, ilk ben ölmüyorum.

27 Kasım 2010 Cumartesi

Yinelenen bir halet-i ruhiye: Benjaminia

Tarih Üzerine Tezler I - “Hep söylenegeldiğine göre, bir otomat varmış ve bu öyle yapılmış ki, bir satranç oyuncusunun her hamlesinde, kendisine partiyi kesinlikle kazandıracak bir karşı hamleyle yanıt verirmiş. Geniş bir masanın üstündeki satranç tahtasının başında, sırtında geleneksel Türk giysileri bulunan, nargile içen bir kukla otururmuş. Aynalardan oluşan bir sistem aracılığıyla, ne yandan bakılırsa bakılsın masa saydammış gibi görünürmüş. Gerçekte ise masanın altında, satranç ustası olan kambur bir cüce otururmuş ve kuklanın ellerini iplerle yönetirmiş. Bu mekanizmanın bir benzerini felsefe alanı için tasarımlayabilmek olasıdır. Bu bağlamda sürekli kazanılması öngörülen, ‘tarihsel maddecilik’ diye adlandırılan kukladır. Bu kukla, bilindiği üzere, günümüzde artık küçük ve çirkin olan, kendini göstermesine de izin verilmeyen tanrıbilimi de hizmetine aldığı takdirde, herkesle rahatça başa çıkabilir”.
Walter Benjamin

25 Kasım 2010 Perşembe

Uyanmak Önce Gelir.


Uyandığımı sanmıştım... İki ayağı üzerinde durabilen omurgalılardan biri olduğumu kanıtlamak için, önce yavaşça acı veren kıçımın üzerine tüm yükümü verip kamburumu yere paralel hale getirdim. Gözlerim hala kapalı... Kafamı yakarır gibi havaya, tanrının olduğunu düşündüğümüz yere doğru çevirdim. Gözlerim hala kapalı. Bir dizi combo küfür tüm uykusuzlara geldi benden. Bilgisayarla gözlerimi senkron bir şekilde açtım. Galiba işlemcilerimiz aynı. Şarkı listemi shuffle'a aldım ve kablosuz kulaklığımla tuvalete yollandım. İçimdeki tüm pislikleri alttan yollarken yenilerini ciğerime çekmemek için hiç bir sebep görmedim. Her şey o anda oldu çalan şarkı sigur rós & steindór andersen'dendi. Ve tam o anda ezan başladı. Sanki kafamda iki imam baskın çıkma yarışı yapıyordu. Uyanma seansım tehlike altında! Kulaklığı çıkartıp çamaşır makinasını boş bir şekilde çalıştırdım. Riske giremezdim...

21 Kasım 2010 Pazar

Yemek Sırasındaki Günahsız Cyborg (3)


Tanrım neden okuduğum her bir Rus romanının acısını rüyamda bir şeyler betimleterek çıkarıyorsun? Bak cidden bıraktım bu işleri, Rus’u değil de edebiyatını . Rus benim için betimleme değil artık, senin zaten betimlediğin bedenler. “Evrensel güzel”in tanımı. Hayır anlıyorum bu işte iyisin, ama fazlasını bekleme benden. Sadece artık takdirimi okuyarak sunmuyorum. Anla be Tanrım işte! Biraz azgınım bu ara… Tatil üzerime geliyor, o geldikçe ben birilerinin üzerine çıkıyorum. Sevmiyorum tatili! Kamusal insandan, cinsi(e)l varlık olan insana geçiyormuşum gibi oluyor. Ye, iç, seviş, yat! Ha eğer mutlu olacaksan araya "dua et" de ekleyebilirim. Kafamda dolaşan tüm tilkiler gidecek bir kürkçü dükkanı bulamadan yok oluveriyor. Tilkisiz ben ne işe yararım Tanrım! İnsanların, kafalarına sokacak günah bulmadan ne işe yararım ben! İş benim günahlarımda değil anla işte! Keşke öyle olsa, bir “sen”, bir ben, bir de günahlarım. Artık devir değişti, ben ve benim gibi koyunların asılırken kendi bacağından başka bacakları da üstlenmesi gerekiyor. Ne güzel eskiden herkes ate ate dolaşırdı etrafta. O günleri özlemiyor muyum sanıyorsun? Yani özlesem de o günlerde ne iş yapardım bilmiyorum ama gene de özlüyorum. Belki doktor olurdum ha? Ya da avukat. Şimdiki avukatlık gibi değil ama hani şu idealleri olanlar vardı ya... Bir sürü dizileri bile vardı. Şimdininki ise sadece boktan bir filme sahip “Şeytan’ın Avukatı”. Öyle olmak istemem. Yani istemezdim, şimdi isterim tabii maaşı çok iyi. Nifakçı olmaktan iyidir. Bir defa nifakçı olunca sırf pirimle çalışıyorsun, adın sanın bilinmiyor, teşekkür etmelerini geçtim küfür bile etmiyorlar. Hayır ben de bordrom dışında bir tepki görmek istiyorum ölmeden önce Tanrım!.. Öbür tarafta beni nelerin beklediğini bilmiyorum, ama hiçlik olmadığını bilmem güzel bir şey. Tanışaçak mıyız ki? Neyse…



Bugün farklı olacak inanıyorum “it’s a new dawn… it’s a new day for me… and i’m feeling good” değil mi Nina Simone. Kumandayı elime aldım ve otel odasındaki dev ekrana elektrik akışını gönderip hayat verecek olan sanal Tanrıya, kumandaya dokundum. Yaşasın! Sadece sabah kahvaltısını kaçıracak kadar geç, öğle haberlerini yakalayacak kadar erken kalkmıştım. CERN’deki bilim adamları tüm ülkelerdeki Tanrı Bakanlıkları ve özel Günah Alma şirketleri hakkında konuşuyordu. İyi ki varlığın ispatlandı Tanrım! Gözlüklü ve top sakallı İsviçreli, Tanrı'nın varlığının ispatlanmasının ardından kurulan bakanlıkların ve günah alma şirketlerinin çok fazla arttığından yakınıyor, bunların belirli kurallara bağlanması gerektiği konusunda uyarılarda bulunuyordu. Çünkü günahları devraldıklarını söyleyip sonradan tövbekar olan bir sürü güvenilmez şirket vardı. O kadar para ödeyip günahının boynunda asılı kalmasını kimse istemez. Artık her alanda rahipler, imamlar, hahamlar gibi din adamları denetçilik yapıyorlardı. Bir zamanlar din karanlık dünyanın tek hükümdarıydı. Şimdi ise dünyanın daha aydınlık bir yer olması için tek ışık kaynağı. Eskiden CEO'lar şirketlerin geleceklerini belirlerdi. Şimdi ise çalışanlarının işleyebilecekleri günahları engellemeye, işlerlerse de kurtulmalarını sağlamaya çalışıyorlar. Her şirket sahibi günahkar çalıştırmanın getireceği günahtan korkup, çalışanlarının günahlarını aylık olarak devrettiriyordu. The Sins tam da bu amaca hizmet için kurulmuştu. The Sins since 2012. Büyük şirketlerin çalışanlarının günahlarını ve onlara iliştirilmiş tomarla parayı devralmak bizim işimizdi. "Günah bizim işimiz!.. Birini mi öldürdünüz, eşinizi mi aldattınız, patronunuzdan mı çalıyorsunuz, korkmayın sizin cennettekilerden bir eksiğiniz yok! Fazlanız var! Gelin alalım."



Odadan çıkıp öğle yemeği için aşağı kata iniyordum. Burada da iş düşünmek istemiyorum artık, hele günah hakkında bir şey konuşmak hiç istemiyorum. Ya da insanların benim ne iş yaptıklarımı öğrendiklerinde bana acıyarak bakmalarını istemiyordum, bilmiyorum... Kabuslarım... Rahat bırakmıyor beni. Kabusu görmek mi yoksa yaşamak mı daha çok beni korkutuyor bilmiyorum. Sanki yaşasam bir yerinden başlamış olurum, ama görmek ve tedirgin olmak beynimdeki tüm nöronları itinayla kemiriyor... Ama sözümü tutacağım bugün yeni bir gün olacak. Yeni bir gün doğmayacak tabii, ama doğmuş olan güneşe hakkını vereceğim. Bin dört yüz kırk dakika özen...


Açık büfenin önünde her bir zıkkım için küçük kuyrukçuklar var. Yağa boğulmuş et yemekleri, zeytinyağlılar, deniz mahsulleri, vejetaryen menüler, diyet menüler... Hepsinin de önünde farklı tipler bekliyor, hayır yani 10 metre öteden yaklaşmakta olan bir X şahsının hangi sıraya kilitlendiğini ve ne yemek istediğini görememek körlük olur. Ben mi? Ben yemek ayırt etmem, yani edemem aslında. Her damak tadının uyduğu fix günah listeleri var çünkü ve bana hangi tipten birinin görev yazıldığını seçme şansım yok… Mesela şu pirzola kuyruğu önünde bekleyen sandaletin üzerine çorap giyen, omuzlarının üzerinden aşırdığı çapraz askılar t-shirtünü kapatmaya yetmemiş olan, ekose şortlu adam. Kısaca bir patron, kısaca para babası, kısaca öküz! Sekreteriyle yatması için benim çaba sarf etmeme gerek kalmayan adam. Karısının her Perşembe konkene diye gidip kocasının altında çalışan müdür yardımcısının altına girerek, enteresan bir emir komuta zinciri yaratan bir eşe sahip olan maktul aynı zamanda. Diyalektiğin seksi! Günahların taşması, coşkuların boşalması… Böyle adamlar için yaratıcı olmak gerekmiyor.


Şişman adamın arkasında bekledim ve yemeğimi aldım. Adam oturacağı masaya doğru yürürken tahminlerimin kesinliğinden bir kez daha emin olmuştum. O afet-i devran, o sarısın bomba bacak bacak üstüne atmış slim Parlement’inden bir nefes çekerken elindeki telefonda gizli kapaklı işler çeviriyordu. Kocası yaklaşırken çantasına attı telefonu. Aman beni ilgilendirm… Cümlemi tamamlayamadım. Tabağımı alıp tabelası ve ışığı olmayan sıradan, U dönüş yapmaya çalıştım. Omzumun temas ettiği kadını görünce yaşadığım kısa devreden dolayı kendimden tiksindim. Bir an için her şeyden tiksindim. Lanet olsun ne işi var burada! Bu bir mantık hatası, bu bir “error”. Bu kuyruk ona göre değil ki! İşlemiş olabileceği günahlar hakkında hiçbir fikrim olmayan bir Cyborg var karşımda.
-“Pardon geçecek misiniz?”
-“Kısmet olursa neden olmasın,”
-“Anlayamadım ne kısmet olursa,”
-“Yani bir sen, bir ben bir de güna… Şey canım yani geçeceğim evet. Pardon beklettim,”
-“Deli mi ne ya!”


Evet Tanrım dünyayı ne kadar zamanda yarattığını anladım! Gerçekten. Anlamakla kalmadım hatta deneyle kanıtladım, gözlemle onayladım. Parçacık hızlandırıcı başucumdaydı onu gördüm.
Tüm atomlarım birbirine çarpıp Tanrı’ya şıh koşmuştu. Bir ben vardı bir de içimde yeni doğan ben!.. Biliyordum bugün başka bir gündü! Tüm kalbimle inanmıştım! Kasıklarıma bir Rus dışında bir dişi kan yürütmüştü, hem de istemsiz bir beyaz kas gibi çaba sarf etmeme ihtiyaç duymadan. Ancak volkan yine de St. Petersburg ya da Moskova’da ikamet eden bir kadının kısmeti olacaktı. Daha zahmetsiz, daha stressiz, daha duygusuz, daha rasyonel, az cezp edici ve optimum yararlı. İsimsiz Cyborg şimdilik önceliğim değil. Vücudumdaki her hormonun darbe yapmasına izin verseydim eski solculardan ne farkım kalırdı. Tanrı korusun! Korursun değil mi Tanrım?

11 Kasım 2010 Perşembe

Şarap


Ve o gece Cemal Süreyya şöyle yazdı;
"Saat onikiden sonra, bütün içkiler şaraptır".


5 Kasım 2010 Cuma

En İyi Adamlar Yalnızken Güçlüdür

seçimini
zekice
yapmak
yarılamaktır
zafere giden yolu;
diğer yarısı
kayıtsızlıkla
fethedilir.

bir yanda
istediğin
her şeyi
söyleyebilirsin,
öte yanda
mecbur
değilsin.

ben
bir şekilde
ikisini de
yapmayı
becerdim.

bu yüzden
benimle
bir sorununuz varsa
size
aittir.

Charles Bukowski

2 Kasım 2010 Salı

Kafedemide Bir Öğle Yemeği

Duvarın dibine istiflenmiş piyanonun inatla yıllardır saklı tuttuğu öykünmelerin çatalı sol bıçağı sağ elimizle tutmamız gerektiğini kafamıza çaldığı o yemekhanede, 30’dan önce doğanların bize doğrulttukları bakışlarını gizlemek kibarlığını bile göstermeksizin “aydınlanmayı biraz fazla mı kaçırdık acaba” sorusunun muhtemel yanıtlarını paslı dimağlarında aramaya başladığı o öğle vakti, nedense o öğle vakti, en son ergenlik dönemimde hissettiğim ilginç bir güvensizlik duygusuyla aynaya bakmak istedim. Bu türden hissiyatlar son zamanlar hayatımda fazlasıyla nadide bir hale geldi doğrusu. Bunun yarattığı hazza yenik düşerek yerimden doğrulduğum anda kulağımda uğuldamaya başlayan gayri samimi -ve oldukça da resmi- sohbetlerin gürültüsü, ne türden bir çılgınlığın içerisinde ziftlendiğimi şu biçare beynime haykırmaya başlamıştı.

Yürüdüm, ayaklarım sahte kahkahalara takılıyordu, yere düşüyordum ve birdenbire bütün kafedemisyenler masalarda bulunan tabaklarla beni recme yelteniyordu. Her taraftan üzerime doğru uçuşan tabakların korkusu ayağa kalkıp kaçmamı engellemişti, hazırlıksız yakalanmıştım. Tüm yemekhaneyi kahkahalar sarmıştı, çılgınlar gibi eğleniyorlardı, hatta 30’dan önce doğanlardan biri koşarak piyanonun başına geçip Onuncu Yıl Marşı’nı çalmaya başlamıştı ve ben yerden kalkamıyordum. Ne yapacağımı bilmeksizin yerde uğunurken aralarından bir tanesi ortaya çıkıp “aranızda aç olan var mı?” diye bağırdı. -İtiraf etmek gerekirse ilk başta bu cümlenin entel bir yamyamlık ritüeliyle sonuçlanacağını düşünüyordum fakat öyle olmadı.- Adam sorusunu tekrarladı: “Aranızda aç olan var mı? Aç olan varsa ilk tabağı o fırlatsın!” Sonra başka bir tanesi ortaya atladı ve dedi ki: “Benim açlıkla ilgili çalışmalarım var, hiç aç kalmadım ama açlıkla ilgili bir sürü makalem var. İlk tabağı atmak bana düşer.”

İlginçtir, lavaboların bulunduğu holde istiflenmiş koltuklarda hep aynı simalara rastlarsınız. Ellerinizi yıkarken hep aynı sohbetleri dinlersiniz: Bilmem kimin doçentlik jürisinde problem çıkmış, inadına yapmışlar, bunun nedeni o kimsenin ilerici ve aydın bir insan olmasıymış ve kafedemi gericilere kalırsa sonunda gericiler hepimizin başını kapatırmış. Yine bu sohbetlerden birisini dinlemeye koyulmuş sakallarımın kendi kaderini tayin hakkı olup olmadığına karar vermeye çalışıyordum ki birden 30’dan önce doğanlardan birisi içeri girdi ve her zamanki selamsızlıkla ellerini yıkamaya koyuldu. Tek parti döneminde üniversitelerdeki bütün kürsülerde “RES-101 Uygar Kayıtsızlık” dersleri verilmiş olmalı, aksi takdirde eski kuşak kafedemisyenler bu konuda asla bu kadar başarılı olamazlardı. Neyse ki birden ilahi adalet tecelli etti ve benim oradaki varlığım inkâr edilemez bir hal aldı: Yaşlı kadın ellerini yıkarken kolyesini ayaklarımın dibine düşürdü. Eğilerek almak zorundaydı, başka yolu yoktu, bunu benden rica etmezdi. Bense bunun ne pahasına olursa olsun kaçırılmaz bir fırsat olduğunu düşünerek ellerimi kurulama işini birkaç saniye daha uzatmaya karar verdim. Normal şartlar altında olması gereken şudur: Kadın eğilir, kolyesini yerden alır, tam doğrulduğu anda göz göze gelir ve gülümsersiniz. Bazen bu tür aksiliklere dair esprili cümleler de eklenir ve durum sıradanlaştırılır. Fakat öyle olmadı, kadın eğilmedi, kolyesini yerden almadı, gülümsemedi, espri de yapmadı, bunun yerine lavabodan çıkmayı tercih etti. Hemen ardından ben de lavabodan çıktım, adımlarını takip ederek yerime ulaşmaya çabalarken kadının düşürdüğü kolyesini alması için bir asistanını lavaboya yolladığını fark ettim.

Masaya tekrar oturduğumda öğle yemeklerimi bir tür tahkiye enjeksiyonuna çeviren Kurtalan Hoca her zamanki yerini almıştı. Kurtalan hoca enteresan adamdı, diğerlerine benzemezdi, kafedemisyenleri sürekli eleştirir, kimsenin ağza almaya cesaret edemediği kelamları eder, bunun kefaretini de öderdi. Severdim bu adamı, dinlemeye değerdi. Beni görür görmez “oğlum Cahit” dedi, “bu kafedemisyenler kenar mahalle dilberleri gibidir. Laf olacak söz olacak diye çok korkarlar, ama bir taraftan da hep kırıtarak yol alırlar” diye başladı ve yaklaşık yarım saat boyunca ilki 1956’da geçen ve birbirini takip eden bir sürü hikâye anlattı. Sonunda sadede geldi, gözlerini kıstı, gözlüğünü düzeltti: “Bak oğlum etrafına, gör, kilometrelerce unvanı olan insanlar ne halt ediyormuş? Peşlerinde asistan ordularıyla yürürken kendilerini önemli hissedenlere bak! Yemeğini bitir evlat, aptal bir idari görev için birbirlerini yiyenlerle aynı sofradasın. Yalnız unutma, lokmaları yutarken otorite karşıtı edalara da bürünmelisin ki inandırıcı olasın”.

...

Yemeği yarıda bırakarak bahçeye çıkmaya karar verdim çünkü Kurtalan Hoca’nın sözlerinin ardından yemek yediğim tabakta makarna yerine küçük kurtçuklar görmeye başlamıştım. Hele iki sene öncesinde öğretim üyelerinin diğer personellerle aynı yemekhanede yemekten rahatsız olarak çıkardıkları olaylara dair hikâyeler fazlasıyla asabımı bozmuştu. Yalnız kalabileceğim bir köşeye geçip sigaramı yaktım. Kendi kendimi “oğlum Cahit, yolu yok çekeceksin, kaderin bu” gibisinden filmlerden aparma motivasyon sözcükleriyle ikna etmeye çalıştığım sırada, nedense tam o sırada, bahçede bir gürültü koptu: “Yaşasın yemekhane direnişimiz”.

Öğrenciler hep bir ağızdan sloganlar atmaya başlamıştı. Kafedemisyenlerin sürekli aşağılayarak derslerde yaptıkları aptallıkları anlattığı öğrenciler, maaşlarını alamayan yemekhane işçileri için eyleme geçmişti. Her gün sabahın köründe okula gelerek astıkları pankartları güvenlik görevlileri tarafından sökülmesinler diye her akşam topluyorlar, gelecek karartan zabıtlar tutan idarecilerin, kameraların ve daha da ötesi 30’dan önce doğanların aşağılayıcı bakışları altında çekinmeden işçilerin haklarını koruyorlardı. Sonra sıradan şeyler oldu; polis takviyesi, uyarılar, gaz bombaları, çatışmalar ve sonunda polisler öğrencileri gözaltına aldı. Bunlar gerçekleşirken kafedemisyenlerden bir tanesi bile ortalıkta yoktu. Özgürlük edebiyatı, ilerici bakışlar, kocaman cümleler ve gerçekte puan almak için yazıldığı halde ilginç bir şekilde işçi sınıfından bahseden makaleler yoktu. Odalarına çekilmişlerdi. Elbette ki öğrencilik döneminden beri uyguladıkları, sürekli önemli bir öğüt olarak dinledikleri ve sürekli başkalarına öğütledikleri, hatta kafedemisyen olmalarını borçlu oldukları o temel ilkeyi uyguluyorlardı: “Olaylara karışma”.

Çok kızgındım. Kocaman cümlelerle yapılan konuşmalar aklıma geldiğinde böylesine görgüsüzce bir görmezden gelmenin nasıl mümkün olabileceğine şaşıyordum. Nefretimi kusabileceğim birilerini arıyordum, bir kafedemisyen mesela. Fakat nedendir bilmem tam o sırada yeniden en son ergenlik dönemimde hissettiğim ilginç bir güvensizlik duygusuyla aynaya bakmak istedim. Bu sefer ayaklarım hiçbir şeye takılmadı, bu sefer lavaboların olduğu koridor boştu. Bu sefer sakallarıma ilişkin kaygılarım ortadan kalkmıştı. Aynayı silen bir görevli dışında hiç kimse yoktu. Aynaya baktım ve o sırada fark ettim ki ben de aslında aynı şeyi yapıyordum. Aynı ilkeyi farkında olmaksızın hayatıma yerleştirmiştim. Tüm o şeyler gerçekleşirken benim tek yaptığım olaylara karışmamak olmuştu.

Tüm o şeyler gerçekleşirken; aslında öğrencilerin yanına gitmek istedim. Aklıma aileme bakmak zorunda olduğum geldi, yine de onlara doğru yürüdüm. Aklıma borçlarım, ödenmemiş faturalarım, banka kredilerim geldi, yürümeye devam ettim. Aklıma kafedemik kariyerim, içinde olduğum projeler, hafta içi teslim etmem gereken makale geldi, yine de yürümeye devam ettim. Sonunda birden aklıma o akşam buluşmak için sözleştiğim kadın geldi, durdum. Düşündüm. “Oğlum Cahit” dedim, “yolu yok çekeceksin, kaderin böyle” ve benzeri…

29 Ekim 2010 Cuma

Sosyoloji mi? Hadi artık vazgeçelim...

"Bir değerler sistemini sürdürebilmek ve aktarabilmek için insanlar yumruklanırlar, itilip kakılırlar, tutukevlerine yollanırlar, toplama kamplarına atılırlar, kandırılırlar, rüşvetle satın alınırlar, kahraman yapılırlar, gazete okumaya özendirilirler, bir duvar dibine dikiltilip kurşunlanırlar ve hatta bazen onlara sosyoloji öğretilir"
Barrington Moore Jr.

26 Ekim 2010 Salı

Tez yazmak


Koca bir günün sonunda hiçbir şey yazmak. Tüm o saatlerin sonunda boş bir sayfaya bakmak. Vazgeçmek. Dostları arayıp “hadi içelim” demek. İçerken aklına fikirler gelmesi. Yanında not defteri olmaması. Fikirleri def etmek. Yan masadaki esmeri tercih etmek. Adı neydi? Her neyse...

Tanrı dünyayı altı günde yarattı ama ben altı aydır tezimi bitiremedim. Annem haklıymış, benden Tanrı olmazmış.

25 Ekim 2010 Pazartesi

Neden geldim?

"Çok iyi bildiğim şu yanıtlanamayan öteki soru, neden geldiniz, sorusuna da, değişmek için, ya da, ben değilim, ya da, rastlantıyla, ya da güneşli uzun yıllar görmek için, ya da, Yazgı, diye yanıt veriyordum, duyumsuyorum geldiğini başka bir sorunun, gelsin, hazırlıksız yakalanmayacağım nasılsa. Her yanımı gürültü sarmış, ağzına kadar dolu bataklığın emip duruşu sürekli, dalgalanan dev eğreltiotları, dingin uçurumlar barındıran fundalıklarda boğulan rüzgâr; yaşamım ve bildik nakaratları.

Görmek için, değişmek için, hayır, görecek bir şey kalmadı, gözlerim kızarana kadar, gördüm her şeyi, kötülükten kaçma olanağı da kalmadı, kötülük yapıldı, kötülük yapılmıştı bir gün, kendi yoluna gidecek olan, kendi yoluna gitmelerine izin verdiğim ve beni buraya sürükleyen ayaklarım beni dışarı sürüklediği gün yapılmıştı, işte bunun için geldim"
Samuel Beckett

21 Ekim 2010 Perşembe

Kötülük, kendi istemlerini öne çekme halidir.

Bazı durumlar vardır, ne yapmanız gerektiği bir türlü aklınıza gelmediğinden etrafınıza bakarsınız. Herkes susarak sizin yüzünüze bakar, yapılması gereken şey onların istediği şeydir. “Doğru” olandır. Dudağınızdaki ilk heceler onların bütün beklentileri karşılamalıdır. Bu bazen bir kabile reisinin, bazen de kurban olarak sunulan bakirenin çaresizliği ile aynı şeydir. Ne olduğunuzun önemi yoktur, “onların” sizden beklediğini yapmadığınız sürece “kötü” olursunuz.

Bu türden deneyimlerin içerisinde kötü olabilmek pek de zor değildir aslında. Fakat ısrarla karizmatik bir “iyi” olmak isteyenlerin önünde sonunda başına gelecek olanlar şunlardır: Kötü olmamak için “menekşe paralarının” hortumlanmasına göz yumar, kötü olmamak için “müsait değilim” diyemez, “işim var” diyemez, “taksi tut” diyemez, “seni sevmiyorum” diyemez, “ayrılmak istiyorum” diyemez. Kötü olmamak için “hayır, istemiyorum” dahi diyemez.

Kötü olmamak için iyi olmak zorunda kalmak ciddi bir kişilik bölümlenmesine neden olabilir. Mesela bu şartlar altında “iyi” olarak kendisini Tanrı’nın Oğlu sanan bir adam, yeterince içtiğinde bizzat Tanrı’nın kendisi olduğuna inanarak “kötü” olur. (Cahit örneği). Bunda şaşılacak bir şey yoktur.

15 Ekim 2010 Cuma

Etme



Ey makamı var ile yokun üzerinde olan,
Sen varlık sahasını terk ediyorsun, etme!

Sen yüz çevirecek olsan, ay kapkara olur gamdan
Sen ayın da evini yıkmayı kastediyorsun, etme!

Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer,
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun, etme!

Celaleddin Rumi

11 Ekim 2010 Pazartesi

1 Mayıs’ı tünelde kutladık

"Keyfimiz yerinde, destekler işe yaradı araçlar geçerken ses
oluyor ama toprak akmıyor. Tünelimiz 80 metreye geldi ve
günlerden 1 Mayıs 1987. Belki de dünyadaki en ilginç 1 Mayıs
kutlamasını yapacağız. Cezaevinin 5 metre altında 80
metrelik bir tünelin içinde, tam 1 Mayıs’ın özüne uygun, birlik,
dayanışma ve mücadelemizin göstergesi olan tünelimizde
kutlayacağız 1 Mayıs’ı. Kutlama olarak da, “Bir günde bugüne
kadar kazdığımız en uzun mesafeyi kazarak kutlayacağız!”
dedik, “Böyle şartlarda kutlanılan 1 Mayıs’ın kutlaması
da böyle olur!” diyerek dediğimizi yaptık ve en uzun mesafeyi
kazdık: 135 santim. Tam 150 torba toprak çıktı. Harika
bir kutlama. Harika bir azimle bunu başardık. Zannederim
dünyanın en ilginç yerinde, en ilginç 1 Mayıs kutlamalarından
birisini hayata geçirdik."

Yine Kazacağız, Yine Kaçacağız - İletişim.

take your soul

5 Ekim 2010 Salı

sergüzeşt.

bırak anlatayım sarhoşum öyle
sarhoşu da geçtim nolacak böyle
hayatlar içinden hayat seçmişim
hiçbişey fark etmez kendimden geçmişim

şair giden geminin ardından bakar ya
bakar da kendini zora sokar ya
bazen bi itin duası tutar ya
çok uzaklarda o gemi batar ya

ahhh beni unut
bitir beni
gidiyorum
ya unuttum
ya vazgeçtim
bilmiyorum

yarim ateş olmuş içinden geçmişim
kim ektiyse ekmiş ama ben biçmişim
hiç boşalmadı ki bardak hep dolu
her şeyin bir sonu yok başka yolu

şair giden geminin ardından bakar ya
bakar da kendini zora sokar ya
bazen bi itin duası tutar ya
çok uzaklarda o gemi batar ya

ahhh beni unut
bitir beni
gidiyorum
ya unuttum
ya vazgeçtin
bilmiyorum



1 Ekim 2010 Cuma

Kara İklimi İklim Değildir!

8 yıl Konya'da, 3 yıl Ankara'da yaşamış ve gelecekte en az 4 yıl Niğde'de yaşamak zorunda olan bir insan olarak söylüyorum: KARA İKLİMİ İKLİM DEĞİLDİR!

29 Eylül 2010 Çarşamba

İhtiyacı Farklı Olmak

Bir köpek ile bir atın dost oldukları anlatılır. Köpek at için en iyi kemikleri saklar, at ise köpeğin önüne en yumuşak saman destelerini koyarmış ve böylece her biri diğerine elinden gelenin en iyisini yapmak isterken, neticede hiçbiri karnını doyuramazmış. Bu hikâye tam da, kendi evlerinden çıkamadıkları zaman, hala birbirlerinin en yakını olan insanlar, başta da farklı cinsiyetler arasındaki bir sefaleti yansıtır, kaldı ki az çok samimi olanlar arasında da geçerlidir. İnsana gayet genel bir bağlamda sunulandan -ki bu çoğunlukla da iyi bir niyetledir- fazla bir şey beklememek tabii ki oldukça işe yarar. Çünkü çoğu insanın saman destelerine, akşamına, Pazar gününe baktığımızda, hayatta nasıl kalabildiğine akıl erdiremeyiz.

ERNST BLOCH

26 Eylül 2010 Pazar

ikinci

peki ya, yapmaya çalıştığınız her şey onun için kötü bir tekrardan ibaretse?

24 Eylül 2010 Cuma

“Ne de olsa insan henüz bulunması gereken bir şeydir”


Burjuva sınıfının zaferinde, inşa temeli doğru olmadığında büyük sözlerin, bizzat insani içeriklerin ne demeye geldikleri görülür. Halbuki tam da proles [proleterler] aslında sınıf olmak istemeyen yegane sınıftır; sınıf olarak pek de muhteşem olduğunu iddia etmediği gibi, ki bunu zaten iddia da edemez, her tür prolet-kültü yanlıştır ve burjuvalardan sirayet etmiştir. Bu sınıfın tek iddiası, kendisi ortadan kaldırıldığında insana ait erzak dolabının anahtarını sunacağıdır, yoksa bu dolabı yanında taşıdığı veya hatta ve hatta o dolabın kendisi olduğu değil. İnsanlığını tümüyle yitirmesiyle tam da radikal bir tarzda, bugüne dek insanî hiçbir hayatın var olmadığını, bilakis her dâim, insanları bir yerden bir yere sürü gibi sürükleyegelen ve yamultan, hem köle ve lâkin sömürücülere de çeviren sadece iktisadi bir hayatın olageldiğini öğretir. Bundan sonra ne mi gelecekti? –en azından işin ucunda bir sömürücü yok; evet, hatta bundan da beteri vuku bulacak olsa bile, böylelikle her şey sıfırlanmış olacak ve özgür insanların neye kadir oldukları veya henüz olmadıkları gün gibi ortaya çıkacak.

ERNST BLOCH

16 Eylül 2010 Perşembe

Bir Yaz Gecesi Rüyası



Siyah adam saksofona bir nefes üflediğinde bütün orkestra aynı anda çalmaya başlamıştı. Durmadan dönüyordum ve kendi eksenim etrafımda dönüşümü tamamladığım her bir turda sanki bir ay geçiyordu. Hızla yapılar yükseliyor, bitkiler büyüyor, insanlar topraktan çıkıyormuşçasına etrafımda beliriyor, müzik devam ediyordu… Yavaşladım, yavaşladım, yavaşladım, ama hala dönüyordum. Gözlerimin önünde belli belirsiz görünen şeyler netleşiyordu… Sonunda durdum. Nerede olduğum hakkında hiçbir fikrim yoktu. Kafamı kaldırdığımda Güneş ile Ay yan yana gökyüzünde asılı duruyordu, ama hava ne gece ne de gündüzdü. Güneş’in denizin üzerinden batarken aldığı o kızılımsı renkteydi hava. Koskocaman Rayban Güneş gözlükleri dünyayla Güneş’in arasında bir yerlerde havada salınıyordu ve sanırım bundan ötürüdür ki Ay’la beraber havada bu rengi oluşturmuşlardı. Yerler ince taneli ve gevşek bir kum tabakasıyla kaplıydı, ancak ben hiç de kuma basıyormuşum gibi hissetmiyordum. Eğilip aşağı bakınca ayaklarımın altına serili olan kilimi fark ettim. Ayaklarımı kaldırdığımda gördüm ki Hoşgeldiniz yazıyordu. Ulan geldik de nereye hoş geldik. Tam bu esnada cüppe giymiş iki kişi kollarıma girdi. Hiçbir şey söylemeden beni sürüklüyorlardı. Hayır madem sürükleyeceksiniz ne diye hoş geldiniz yazdınız oraya. Beni Orkestranın arkasına doğru götürüyorlardı. Hal bu ki olay çıkartamayacak kadar yeni gelmiştim. Orkestraya yaklaştıkça grubu daha net görmeye, müziği daha net duymaya başladım. Sahnenin üzerinde büyük harflerle Cami Arena yazıyordu. Dönmeye başlamadan önce gördüğüm siyah adamın üzerinde nizami bir şekilde ütülenmiş beyaz bir gömlek ve altında mor kadife pantolonu vardı. Pantolonunun arkasından başlayıp omzunu aşarak göbeğinin iki yanından pantolonuna tutturulmuş mor bir askı takıyordu. Pirinç ya da altından olan saksafonunda el yazısıyla İsrafil yazılıydı. Net bir şekilde caz ezgileri çalan bu siyah adam sanki hiç nefes almadan çalmaya devam ediyordu. Hemen yanında boyu neredeyse 3 metre olan (abartmıyorum) kolumdakiler gibi cüppe giymiş soluk yüzlü, İskandinav tipli bir adam vardı. Orak şeklindeki elektro gitarında sanki çakıyla kazınmış gibi Azrail yazıyordu. Sahnedekiler hiç umurunda değilmiş gibi Death Metal çalıyordu. Azrail ve İsrafil’e göre sahnenin biraz daha ön kısmında şişman koca dudaklı siyah bir kadın vardı. Üzerinde kırmızı harfler ve iğrenç bir fontla How many people did you kill yazan, kaç beden bol olduğunu kestiremediğim kadar bol bir t-shirt, altındaysa kadının şişmanlığını gizlemek için elinden gelen her şeyi yapacağına ant içerek üretilmiş taşlı bir kot vardı. Elinde kocaman bir mikrofon Amerikan aksanıyla Rap söylüyordu. Boynundaki altın kolyede Cebr@il yazılıydı. Tanrım nasıl bir zevkin var gerçekten anlamadım. Artık öbür tarafta olduğuma dair hiçbir kuşkum kalmamıştı, ama hangi öbür taraf. Sahnenin tam arkasına geçmek üzereyken önümde iriyarı, kel, kulağında Ajan kulaklığı olan beyaz bir adam gördüm. Bol bir tamirci tulumu giyiyordu ve tulumunun sol köşesinde Mikail yazıyordu. Adam elleriyle ışık oyunları yapıyor ve sahneyi dumana boğuyordu. Sahnenin önünde hiç de benim gibi kollarından sürüklenmeyen bir sürü insan ellerindeki şarapları içerken müziğin tadını çıkarıyorlar gibi görünüyorlardı. Yoksa hepsi müziği beğenmedim diye miydi? Hemen dibimde duran bir adamın elindeki şaraba baktım. Komünyon yazıyordu. Birkaç saniye sonra (tabi burada hangi zaman işliyor bilmiyorum) sahnenin arka tarafına geçmiştim ve lanet olasıca müzik buraya daha az geliyordu. Önümde upuzun beyaz bir masa, üzerinde koskoca kitaplar ve listeler vardı. Kolumdaki cüppeli adamlara (ki güçlerinden adam diyorum şahsen daha ne bok olduklarını anlamadım) benzer adamlar oturuyordu. Arkada dev ekranda dönen bir tanıtım filmi termal otel reklamı kıvamında ne bokuna burada olduğumuzu anlatmaya çalışıyordu sanki. Komiktir ki Türkçe! Masaya gelmiştim. Kollarım serbest kalmıştı ve tam yanımdakilerin tipine bakacakken buharlaşıp yok olmuşlardı. Masada oturan cüppeli adımı sordu. Abdülkadir Onur Ulaş Dayı. Bir an duraksadı. Şu fantastik ortamda olmasam kesin bir espiri, bir komiklik yapma gereksinimi içine girerdi. “Daha isim yok muydu koyacak?”.En azından buradan yırtmıştım. “Mail adresin ?”. Ulan şimdi adama ne yapacaksınn anasını satayım diye sorsam sarıcizmelimemedaga@mancoloji.com desem oradan buradan bir yıldırım yerim diye tırsıp paşa paşa söyledim. ulasdayi@hotmail.com. “Mail’ın ruhikizi.com için gerekli, detaylar kitapta var”. Kitabımı aldım ve yalnız başıma uzaklaşmaya başladım. Ulan uzaklaşalım da nereye?. Allah’tan zahmet edip de oklarla sahnenin önüne geçilmesi gerektiğini belirtmişler. Sahnenin önüne geçtim ve o berbat müziğin sesi tekrar arttı. Tam sahnenin karşısında bir sürü bina vardı. Birine yaklaşmadan önce yere çöktüm ve kitabı açtım. Sayfanın sol üst köşesinde sırıtan, 20’li yaşlarında beyaz bir adam vardı. Mavi zemin üzerine beyaz harflerle yazılmış olan başlıkta “ruhikizi.com nedir?” yazıyordu. FAQ’la başlayan bir kitaptan ne beklenir ki! Hızlıca göz gezdirip ikinci sayfayı açtım. Bu sefer Vizyonumuz, Misyonumuz yazılı iki başlık ve hemen altında bir isim yazılıydı. Mark Zuckerberg. Kitap gittikçe çirkinleşiyordu ki arka sayfayı açtım. Kitabın sayfalarının rengi değişmişti. Saman sarısı kağıt üzerine el yazısıyla Kerim’in Kuralları yazılıydı. Künyesinde yayınlanmamış baskı yazıyordu. Daha da çirkinleşiyordu kitap. İki yüz sayfa kadar çevirdim sayfaları ve tekrar 1. hamur kağıda döndü. Kırmızı mürekkeple yazılmış bir ibare vardı. “Kitabın bundan sonraki bölümü sizin günahlarınızı ve sevaplarınızı ihtiva eder. Eğer Kerim’in Kuralları’na baktıktan sonra günah ve sevaplarınızdan itirazınız olan varsa goklerinefendisi0000@araf.com adresine kendi mail adresinizle birlikte bildiriniz”. Ulan desene Kuran-ı Kerim meğer Kural-ı Kerim’miş ha! Arkadaş madem ölyle kural koyacaksın ne diye yayınlamıyorsun, masraftan mı kaçıyorsun? Allah’tan kork! Allah’tan bu t-Araf’ta düşündüklerim ve yaptıklarım günah skor borduna işlemiyordu, yani bütün günahlar elimdeyse yeni günah ekleyemez heralde. Tekrar ilk sayfaya döndüm. Tonla günah ve savabımın sinirden delireceğim bir şekilde değerlendirmeye tabi tutulduğundan emin olduğumdan vakit kaybına gerek yoktu. Kuşkusuz ki Tanrı filozofların en büyüğüydü ve düşünmek taraf olmaksa benim her şekilde berteraf olacağım belliydi. Ruhikizi.com nedir? “Bu site kıyamet koptukltan hemen sonra siz tanrı kullarının fani hayatında hoşlandığı, aşık olduğu, sevip de söylemeyediği, arayıp da bulamadığı ruhları burada bulmanızı sağlar.”
“p.s:Sitemizde Gold üyelik uygulaması yoktur, sevap karşılığı sizi gold üye yapmak isteyenlere itimat etmeyiniz.
p.s2:Aslında Tanrı’nın bir zamanlar en sevgili kulu olan Muhammed hurilervenuriler.com adlı bir eskort sitesini, dünyada korsan ve yanlış olarak bastığı kiapta müjdelemiş ancak dinen caiz görülmemiştir. Bunun yerine dünyada Facebook sitesiyle tüm zamanların en çok sevabını kazanan Mark Zuckerberg’in ruhikizi.com projesi yapılmıştır.”
Son cümleyi okudum ve her yer sallanmaya başladı. Zaman yavaşlamış ve bütün nesneler havada asılı olarak kalmıştı. Ölceğimi hiç düşünmedim zira zaten ölü olmalıydım. Hava yavaş yavaş kararıyordu. Güneş’in önündeki Rayban gözlük bir anda güneşin önünden çekildi ve sıçradım. Uyanmıştım. Lanet olası o rüya gerçek olsaydı ne bok yerdim!.. Sırtüstü yattığım çadırıdmda karnımda ünlü ibrani yazar Şetnem Tarum’un çok satan Meleklerin Özü ve Dünyanın Tözü adlı kitabı vardı. Okurken sızmak, kitaptaki her şeyi beyninde harmanlıyor. Üç Kıçı açıkta kalma gücünde saçmalıyorsun…

13 Eylül 2010 Pazartesi

Evet evet


tanrı aşkı yarattığında çoğu insana yaramadı
tanrı köpekleri yarattığında köpeklere yaramadı
tanrı bitkileri yarattığında eh işte idare ederdi
tanrı nefreti yarattığında standart bir hizmete kavuştuk
tanrı beni yarattığında beni yaratmış oldu
tanrı maymunu yarattığında uyuyordu
zürafayı yarattığında sarhoştu
uyuşturucuları yarattığında kafası kıyaktı
ve intiharı yarattığında bunalımdaydı

senin yatakta uzanmış halini yarattığında
ne yaptığını biliyordu
sarhoştu ve kafası kıyaktı
ve sonra dağları ve denizi ve ateşi
aynı anda yarattı

bazı hataları oldu
ama senin yatakta uzanmış halini yarattığında
tüm Kutsal Evren'in üzerine boşaldı.

Charles Bukowski

11 Eylül 2010 Cumartesi

Tecrübe edilmiştir


Özünde iyi insandır demişlerdi

Zatıalinizin bir “özü” olduğunu bilmezdim

Gamsızca gamlanan, pişkince utanan

Üşümek yerine “soğuyan” siz

Ruhunuza kutsalı kendiniz üflediniz


Yalın olma halinizi ben hiç iyi görmedim

Issızlığınıza sırf bundan peri tozları serptim

Lakin siz “tecrübeye maruz kalmayı” seçtiniz

Düşük yaptınız bu yüzden, ölü doğdu düşleriniz

Islık çalarak eserdi oysa kaos rüzgarı değil mi

Zihninizin gebelik sancılarıydı hepsi, deneyimlendi.


Önemli not: Bu "şiir denemesi" kaybedilen bir langırt müsabakası nedeniyle ortaya çıkmıştır.

10 Eylül 2010 Cuma

yolda - otostop

En azından Dalaman tarihinde bir ilkim diye düşünüyordum havaalanından yürüyerek çıkarken. Sıcak, susuzluk ve yol tatile mükemmel başlamamı sağlamıştı. Sağ tarafımdan uçaklar iniyor, solumdan tur arabaları hızlı bir şekilde geçiyordu. Havaalanından çıkana kadar yürüdüm. Bir viraja geldiğimde araçların burada yavaşlayacağını düşünerek durdum ve çantamı çıkardım. Birkaç araba beni umursamadan geçtikten sonra yolcularını bırakmış bir tur arabası beni aldı ve merkeze kadar götürdü. Yolda teklif ettiği soğuk suyu geri çeviremezdim. Merkezde bir süre dolaştım Bir pidecide oturup bir şeyler yedim. –Kayıtlara geçsin diye söylüyorum: 2010 yazından Dalaman’da kuşbaşılı pide 3.5 lira-
Tekrar otostop çekmek için yola çıktığımda bir taksinin yanımda durdu ve penceresini açtı. “Hey, ben seni havaalanında görmüştüm bu sıcakta oradan beri yürüyor musun? Nereye gideceksin, gel götüreyim.” dedi. Taksiciye beni gördükten sonra birilerinin arabasına bindiğimi söyleyemedim. Atladım arabaya “Dalyan” dedim. Dalyan’a gidiyorum.

9 Eylül 2010 Perşembe

yolda - başlarken.

Her şey bir mucize ile başladı. O koskoca çadır, kamp çantasının alttaki küçücük gözüne nasıl sığdı? Bir yolculuk tanrısı varsa eğer şu an burada ve bana yardım ediyor olmalı. Çantamı kapattım matı ve uyku tulumunu çantanın altına sardım ve iki kişilik alınmış –nedenini sonra anlatırım- uçak biletinin tek kişilik yolcusu olarak sokağa çıktım.
Bir kentte yaşıyorsanız eğer hayatta kalabilmek için binlerce plan yapmalısınız. Kentten kurtulmak için de yıl boyunca böyle planlar yaparsınız. Güneye giden uçak biletlerini de böyle alengirli bir kurtuluş planı çerçevesinde almıştım. Her zaman olduğu gibi bu planlar da altüst olunca, bana kalan yola düşmek oldu.
Havaalanına geldiğimde cebimdeki beş dal cigaranın gerginliğiyle aramadan geçtim. Modern insan her şeyin sadece ambalajına bakıyor. Camel soft paketinin içindeki cigaralar X-ray’in bile dikkatini çekmedi ve içeri girdim. Uçağın kalkmasına daha yarım saat var, ortalıkta dolanıp kimin nereye gideceğine dair kendimce bir tahmin oyunu oynuyorum. Güneye gidecek olanlar gözlüklerinden ve parmak arası terliklerinden ötürü kolayca ayırt edilebiliyorlar. Vakit geliyor ve uçağa biniyorum. Bir saat sonra zamanın daha yavaş aktığı, insanların takım elbise giymediği bir evrende olacağım. Zamanda yolculuk yapmak gibi…
Klasik uçak gerginliklerini atlattıktan sonra Dalaman’da gözlerimi açıyorum. Havaalanından çıkana kadar bir şehre gelmiş sayılmazsınız. Bu havaalanı da İstanbul kokuyor. Kamp çantamı sırtlıyor, uçakta hangarda düşmüş olan çadır demirlerimi zar zor buluyor ve kapıdan dışarı çıkıyorum. Merkeze giden tek araç var ve o da benden otuz lira istiyor, şaka gibi. Biraz turluyorum belki birilerini karşılamaya gelmiş bir arabaya atlarım ümidiyle ama bir süre sonra ümitlerim boşa çıkıyor. Havaalanının bahçesindeki büfede çalışan bir çocuğu gözüme kestiriyorum ve gidip soruyorum: “Şehir merkezine en ucuz nasıl giderim?” Çocuk, gayet sakin bir şekilde bana dönüp şöyle bir sırtımdaki çantayı süzüyor ve gözlerimin içine bakarak bana tatile çıkma amacımı hatırlatan kelimeyi fısıldıyor:
“Otostop”.

7 Eylül 2010 Salı

sen, kötü düşlerin sevgiyle onarıldığı yerde uyursun.

kendini öteleme hali. ne istediğini bilememe durumu. sevişmek yetmiyor. kötü davranmak kâr etmiyor. kaçmak imkânsız. nerede nasıl duracağım?
ben bile bilmiyorum.

O'nu unutmak susmayı gerektirir.


Yalnız insan en az iki kişidir. Yalın insan ise tek olmayı becerebilmiştir. Yalınlık hali, yalnızlık halinden daha durgundur, sessizdir, tektir. Yalnızlık ötekilere rağmen/ötekilerle birlikte var olur. Yalınlık ise tek başına vardır. Sadece kendisiyle...


çadır kafası.


Doğa, kent insanını tatmin edemeyecek kadar yavaş sürdürüyor hayatını.

17 Ağustos 2010 Salı

Sırf yazabilmek için başını derde sokan bir arkadaşım vardı.

İlkesellikten duyulan rutin sıkıntı, sürekli şikayet edilen ama bitmek tükenmek bilmeyen azap, sosyal mazoşizm, aldatmak ve aldatılmak ikilemini çoktan geride bırakmış aşklar, belirsiz ve kararsız bir seksüelite, yeri geldiğinde kadim kehanetlerin kurtarıcılarına öykünen bir kahramanlık, yeri geldiğinde koşarak sığınılan sıradanlık, usluluk taklidi, bağışlamak ya da bağışlanmaktan tiksinmek, işlenmeyen günahların kefareti, sağ yanında inmiş felç, illa ki İstanbul, yapmaya kıyamadığın “boz”lar, disiplinden gözlerini kaçırmak, durmaksızın düşlemek, politik karamsarlık, “ne yapmalı?” sorusunun yerine “ne yazmalı?” sorusu, gündelik hayatın olağanüstü sıradanlığının kutsiyeti, deneyim, deneyim, deneyim… Kaos istiyorsun!

10 Ağustos 2010 Salı

patronla muhabbet

odada kafayı masaya dayamış uyuklarken patron içeri girer:

- hayırdır, dün gece çok mu içtin?
- alkol kullanmıyorum bu aralar.
- peki tekrar soruyorum o zaman, çok mu içtin?
- sanırım biraz fazla kaçırmışım.
- ne var bu aralar piyasada, afgan, yaprak, kubar?
- yaprak bulduk biz.
- e speeddir o, neden bu haldesin?
- düşüşü böyle oluyor işte.
- iyi, uyu sen biraz daha.
- peki.

5 Ağustos 2010 Perşembe

ellerin ellerime.

seni gördüm göreli
şaşırdım
dolaşırım bir başıma
seni bildim bileli
kaçırdım
şu aklı başımdan

elleri ellerime
gözleri gözlerime
saçları saçlarıma
karışan bir sen olsan

3 Ağustos 2010 Salı

k.i.

Dönerse senindir,dönmezse zaten hiç senin olmamıştır
diye bir şey yok..
Dönecek.
Bir katil, olay mahaline mutlaka geri döner !...

küçük İskender

2 Ağustos 2010 Pazartesi

gerçeğin çölüne hoş geldiniz.

kendimi eksik hissediyorum.
fazlasıyla.
sadece bu.

love will tear us apart

tekdüzelik acı vermeye başlayınca
ve arzular azalınca
dargınlıklar çoğalıp
duygular yeşermez olunca
yönlerimizi değiştirecek ve farklı yollara gideceğiz
o zaman aşk,
aşk yine ayıracak bizi

neden bu kadar soğuk yatak odası?
sense dönmüşsün sırtını
zamanlamam mı yanlış
yoksa artık saygımız mı kalmamış?
yaşam boyu koruduğumuz
aramızdaki çekim hâlâ
öyle duruyor ama
aşk, aşk yine ayıracak bizi

uykunda mı döküyorsun içini
kusurlarımı ortaya çıkararak?
ağzımda bir tat
çaresizlik kaplarken her yeri
bu artık işe yaramayan
öylesine iyi bir şey mi?
aşk, aşk yine ayıracak bizi

30 Temmuz 2010 Cuma

ovye. arabesk

canım dediklerim

canım dediklerim, canimi aldi
gönül sarayımı, yıkıp gittiler
bu mutsuz yaşantım onlardan kaldı
beni bu günümden, dünden ettiler
beni doğduğuma pişman ettiler

haykırsam dünyaya ettiklerimi
yine anlatamam çektiklerimi
tanrim zalim yapmış sevdiklerimi
beni sevdiğime pisman ettiler


25 Temmuz 2010 Pazar

seni yakacaklar.

Hep adını yazdım şarkılarıma
Sevgilim suçunu herkes bilecek
Bana ettiğini herkes duyacak
Seni tanrı bile af etmeyecek

Alıştım artık ben sensizliğe
Zararı yok alıştım artık ben hasretine
Seni yakacaklar benim yerime
Seni allah bile af etmeyecek

Ah edip başını duvarla vur
Kahrol bir köşede boş hayaller kur
Kalpsizlerin sonu hep böyle olur
Seni tanrı bile af etmeyecek

Alıştım artık ben sensizliğe
Zararı yok alıştım artık ben hasretine
Seni yakacaklar benim yerime
Seni allah bile af etmeyecek


24 Temmuz 2010 Cumartesi

anlatma.


Sevgiliniz size yalan söylüyorsa bilmediğiniz sürece bir sorun yoktur.
Bir şekilde öğrendiğinizde, "anlatacaktım" diyorsa, unutmayın, yine yalan söylüyor.

eskisevgilievreni'nde sağgözümmorken. 2010.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Biterken...


Yapılacak işlerin tükenmesi, tatil için bir ara vermek. Peki ya sonrası? Şimdilik pek bir şey yok gibi. Düşünmek, konuşmak, tartışmak, karar vermek gerek. Neredeyse 3 yıldır süren rutinden çıkmak pek kolay olmayacak.

Tatil işe yarar, umarım.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Deklanşöre Son Dokunuş

Son tomarın ipini çözerken, bir sütyenin kopçasını açıyormuşçasına heyecanlanmıştı. Çünkü 85 b görünümlü bir sütyenin içinde 90 veya 80 b göğüslerin fırlaması sürprizdir. Kağıt tomarında da en sevilmeyen sürpriz 100 görünümlü 500'ler. O kadar incedirler ki Japonya'nın tüm origami ustaları bir araya gelse kağıtları yırtmadan 4'e bile katlayamazlar. Derin bir nefes aldı, tomarı çözdü. Sürpriz yoktu... Adım adım sona yaklaşıyordu. Hissetmişti son 25 (artı-eksi 5)... Son kağıda geldiğinde karar veremedi. Son kalan sigarasını son kez deklanşöre basmadan önce içip büyük bir finalle mi deklanşöre basmalıydı? Yoksa... (lü lülü lülülü)
-"Efendim"
-"Gelirken tavuk alsana, nereden alcağını tarif ederim"
-"Tamam"

O an anladı ki dünyanın en sıradan finali olmalıydı. Çünkü yaptığı işte ruhunu dinginliğe götürmenin yolunu bulmuştu. Usanmadan bir sene boyunca toplam 39.552 kere deklanşöre basmıştı. Bir sonraki adım ancak Budist rahiplerle beraber sabahtan akşama kadar merdiven inip çıkmak olabilirdi. Kararını verip ve son kez deklanşöre dokundu. Ancak bir şeyler ters gidiyordu. Çünkü içine dolması gereken huzurdan eser yoktu!.. "Ya şimdi?" dedi. Anlamıştı ki o artık burada miladı dolan bir misafirdi.

5 Temmuz 2010 Pazartesi

3+5,5 lira (3)

Çok çalışkanımdır ya! Kafamı kaldırmam derslerden. Kadın 101, Kadın-politiğin övgüsüne katkı 102(Uygulamalı), Mesleki bilimum yabancı diller (Seçmeli)201, Erasmusoloji 202 (Yeni müfredata uygun) hep AA.
-“Valla canım mutlaka oku, aslında Oğuz Atay kitabı ilk Yusuf A…”
-“Hı hı, evet. O magazinel kısımları biliyorum hep”
Herkes kahvesini tabağına koymadan elinde tutuyor, tabağa koymadan kilitlenmiş bana bakıyorlardı. Bir anda ampüllere giden voltaj düşüp tekrar düzelmişti. Ya da bana öyle geldi, bilmiyorum. Bu çıkışı yapmalıydım. Susturmalıydım o anda! Evet kitabı ilk Yusuf Atılgan’a gönderiyor o da ilgilenmiyor falan filan… Biliyoruz bunları. Gerçekten insanların kitaptan çıkardığı şeyler yerine duydukları magazinel şeyleri anlatmalarına gıcık olurum. Çünkü ben kitabı okumaya karar vermeden önce hayatlarıyla ilgili dedikodulara bakar sonra aksiyona göre öncelik sırasına koyarım, sen okumuşsun hâlâ dedikodudasın. Sartre ile Bevoir’in Rus bir öğrenciyi araya alıp grup seks yaptıkları dedikodusu üzerine, önce varoluşçu ardından da feminist olmuştum…
Kahretsin ne anlatacağını hâlâ merak ediyorum. Ama düğüm ve çözüme gelemeden bu çıkışı en azından Atay için yapmalıydım. Evet evet iyi yaptım. Yusuf Atılgan onu ciddiye almadıysa ben de bir temsili burada yapmalıydım. Entelektüel olmanın şuur ve gururu bunu gerektirirdi.
-“Yani işte hep tavsiye eden arkadaşlar anlatıyor da ben de oradan biliyorum yani. Yoksa…”
Herkes kahvesini tabağına geri koymuştu. Ortamdaki gerginlik geçince de konuşmanın başından beri aralarında sohbet eden sevgilim ve kardeşi kaldıkları yerden devam etmeye başlamışlardı.
-“Vallahi keşke biz de genç olsaydık da arkadaşlarımız bize böyle tavsiyeler verselerdi. Değil mi?” dedikten hemen sonra onaylatmak için sevgilimin annesine doğru çevirdi kafasını. Büyük şef istifini bozmadan tüm soğukkanlılığıyla kafasını aşağı-yukarı salladı . Benim dışımda herkes mutluydu. Çünkü bu onay aslında muhabbetin kesileceğinin işaretiydi. sevgilim fısıldamak zorunda kalmadan kardeşiyle konuşmaya devam edebilir, annesi ise bulaşıkları yıkamaya gidebilirdi. Halbuki ben merakımdan yaptığım çıkışı bile geri almıştım resmen! Gel gör ki Atay hayranı kazanmıştı! Olayın özü başından beri siz ne kadar şanslısınız, “aaah ah keşke genç olsak”mış. Tahmin etmeliydim!

30 Haziran 2010 Çarşamba

3+5,5 lira (2)

Hedefe gelmiştim. Zili çaldım. Sevgilimin annesi tüm içtenliği ile kapıyı açıp hal hatır sorma ritüelini bitirdikten hemen sonra kafamda, çevremdeki birkaç kadının ağız birliği yapmışçasına bana savunduğu bir durum canlandı. Durum kısaca şöyle izah edilebilir: Sevdiğin adamı/kadını çevrende sürekli sevgilinle ortak olarak görüştüğün biriyle aldatıyorsun ve aldatırken sana eşlik eden insan bir daha aynı ortama sen sevgilinle geldiğinde, aldatılan rolündeki insanı salak yerine koyuyor. Yani eğer sevgilin varken ortak çevrenizden biriyle yatarsan, sevgilin salak yerine konan insan oluyormuş. Bu durumu uzun uzadıya düşünsem de bir türlü hak veremedim. Ancak sevgilimin annesi ordayken kısa sürelide olsa empati kurmaya çalıştım. “Ha haa şimdi bu kadın benim bu evle ilgili yaşanmışlıklarımı bilse acaba bu kadar sıcak ve içten bir karşılama yapabilir mi?” diye düşünmeyi denedim. Ne yani, şimdi bilgisiz olan insan burada aynı zamanda salak durumuna düşürülen mi oluyordu? Konuyla ilgili bilgiye sahip olma durumun aslında bu kadar rasyonelken nasıl oluyor da bu kadar duygulara içkin bir şeyin içine alet oluyordu? Bayılıyorum garp mukallidi terimlerle totoloji, analoji, demogoji ve diğer bilimum lojileri yapmaya. Tarzım bu. Edebiyattan çok ansiklopedi severim ondan.
-“Efendim?”
-“Kahveyi diyorum, nasıl içersin?”
-“orta”
Orta tabi neyim bir yöne adanmış ki? Şekerli desen değilim. Acı? Hiç bana göre değil. Orta şeritten devam kaptan.
-“Aylak adamı okudun mu?”
Şimdi okudum desem yutturacağım ki genelde haz alırım bu durumdan ama bir okumadım desem acaba neler anlatacak?
-“Yok. Listemin başında ama derslerden zaman kalmıyor.”

27 Haziran 2010 Pazar

3+5,5 lira


3+5,5 lirayla, “normal” insanların uyandıkları saatten (9:00 olarak kabul edersek) 7 saat sonra gözlerimi açtım. Saat, bu gün yapmayı planladığım neredeyse her şey için ileri alınmıştı. Oysa ki dün gece bir kez daha söz vermiştim kendime. Bu gün tüm tutarsızlıklarımın sonu olacaktı. Cümlelerimin karaktersizliği benim bir aynam misali, bana tükürdüğüm kaptakileri su niyetine içirmeyi hoş görüyor… Telefonda birkaç dakika öncesine ait bir cevapsız arama, beni bütün gün üç duvar bir pencereli hapishanemden dışarı özel bir izinle göndermek ister nitelikte bana bakıyordu. Birkaç dakika telefonla bakıştıktan sonra bu izni kullanmaya değer buldum. Arayan sevgilimdi ve bana cebimdeki parayla satın alamayacağım yemekler sunuyordu. Karşılığındaysa yapmam gereken tek şey Oğuz Atay hayranı olan tanımadığım bir aile dostları ve annesiyle yemeğim süresince muhabbet etmek ve gramajı tamamen bana kalmış bir adet yoğurt almaktı. İlk bakışta geri çevrilemez gibi görünse de, teklif küçük pürüzler yüzünden beni hapishaneme mahkum bırakabilirdi. Düşündüm ve pürüzlerin üstesinden gelebileceğime kanaat kıldım.

Dışarı ilk adımı attığımda vücudumun benim adıma hesabımdan bloke etmiş olduğu 5,5 lira ile sigaramı aldım. Paketi açıp sigaramdan ilk nefesimi çektiğimde vücudumun tatmin olmayıp başka marazlar çıkartacağı aklımdan geçmemişti. Günde bir öğün yemekle hayati fonksiyonlarını idame ettirmeye alışkın olan bedenim, Stand By’dan çalışır hale geçince kalbim 8/9 bir ritim tutmaya başladı. Keşke kalbim bir de arada baget tutan ellerime öğrete bilse… Bu çarpıntıyı engellemenin en kolay yöntemi alkol olsa da maddi imkanlarımın kısıtlılığı ve akabinde o problemi çözsem dahi devam edecek öksürük probleminin de olması, küçük çaplı da olsa vücudumdan beynime üzerine düşünmesi için küçük hediyeler göndermekteydi. Tam da bunları düşünürken kendimi kasada buldum. Benden istenen yoğurdu almıştım. 2,69 lira. Sıra beklerken, normalde orda olmaması gereken bir çalışan insanların satın aldığı ürünleri poşetliyor ve muhabbet ediyordu. Tabii ki bunları yaparken de etrafa gülücük saçmayı ihmal etmiyordu. “Sabah 10:00’dan akşam 11:00’e kadar buradayım. Nasıl müdürüm bilmiyorum gerçekten” derken o gülücüklerinin ardında gizlediği takdir bekleyen tutuma karşı “hadi oradan senden önce gelip, senden sonra giden çalışanların günahı ne! Burada yanındaki yakışıklı kasiyere yazmak için artistlik yapacak lüksü buluyorsun, hala o çalışanlar takdir beklemezken sen bekliyorsun!” demek istesem de ödeme sırası bana gelmişti ve içimdekileri dışa vurmak için diretmedim. Barkodu okuttuktan sonra kasiyer “4,39 lütfen” dedi. Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü çünkü tek param 3 liraydı! İptal etmesi için rica ettim. Çünkü benim gördüğüm reyonun altında yazan fiyat 2,69 liraydı. Kasiyer kasa açma düğmesine bastığını ve artık iptal etmesi için ekstradan işlem yapması gerektiğini söyleyip mızmızlanırken, aklıma limiti neredeyse dolmuş olan kredi kartım geldi. Uzattım, ancak 4 lira dahi çekmiyordu. Bonuslarımdan kullanmasını rica ettim ve nihayet sorun çözüldü. Garip bir şey tabii ki karttaki paradan daha çok bonusunun olması. En azından hapishanemden çıkmama yardımcı olan bu buluşmaya giderken, gereken koşullardan birini layığı ile yerine getirebilmiştim.

17 Haziran 2010 Perşembe

İnsan vs Homonculus: Fullmetal Alchemist


İnsan oğlu hiç bir zaman diliminde doğanın bir parçası olmuş mudur acaba diye merak edip dururum hep, ancak insan dediğimiz şeyi insan yapanın ve doğanın parçası olmasına engel olan şeylerin neler olduğu konusunda hep bulanık kalmışımdır. Fullmetal Alchemist
diye bir çizgi filim yapmış ecnebiler, diyor ki insan olmak ruhtur, insan olmak hatıradır. Fiziksel olarak bir anlamı yoktur insan olmanın. Yani şimdi ben zihnimi, hatıralarımı alacağım başkasına koyacağım, o ben olacak ha? Anlayamadığım kısmı şu o zaman bedenimin tarihselliği hiçe mi sayılmış oluyor? Asıl mesele zihin ve hatıralardaysa, genlerin hiç mi önemi yok şimdi? O zaman her şey toplumsal olan "ben"in öğrendiği şeylere mi bakıyor? Yani şimdi o bilim yapan o kadar insan yalan mı söylüyor? Tabii ki de olamaz. Aristotales demiş ki "Ruhun birliğini sağlayan ortak duyu, duyumları tasavvurlar olarak sakladığı için hatırlama ile kendi hallerimizi bilmemizin merkezidir" yani bizi biz yapan ruhumuzdur ve sorugladığımız o bedenin tarihselliği zaten aynı anda ruhun da tarihselliğidir ve bundan ötürü zaten onda kayıtlıdır diyor kendileri. Peki şimdi madde olarak kabul edilmeyen bu ruhta kayıtlı olan "ben", maddeler dünyasındaki madde ve ruh olarak bütünleşmiş benin ne hakla tam temsilcisi oluyor! Beni temsil ettiği yer zaten maddeler dünyasının kendisi, ve ayırışamaz olan (bildiğimiz kadarıyla) bu birliğin esas oğlanı.

Homonculus denen şey ise -çizgi eserdeki anlamıyla- ruhun karşıt tekabülü olan, külliyen maddeden oluşan insanımsı şey. İnsanımsı şey çünkü kendisinde ruh bulunmuyor ve insan olmaya hak kazanamıyor. İşin ilginçleşen tarafı yaratılışları hususunda vuku buluyor. Simyadaki tabuları yıkmaya çalışarak ölü bir insanın ruhunu, bedeniyle beraber geri getirmeye çalışırsan bedeninin belli parçalarından feragat etmek zorunda kalıyorsun. Zira Homonculuslar da o tabuyu yıkan insanların belli organlarından meydana geliyor. Ruhları olmadığı içinse simyadaki efsanevi "felsefe taşı"nı kullanmak zorunda kalıyorlar. Ancak çizgi eserdeki "felsefe taşı" ölen insanların ruhlarından üretiliyor. Olayları pembe dizi karışıklığına dökmeden toparlayacak olursak: Homonculuslar külliyen maddeden oluşuyor ve aynı zamanda da "felsefe taşı" sayesinde ruha da kavuşuyor. İnsan olmak için eksiksiz bir şekilde tüm birleşenleri yerine getirmesine rağmen insan denmemesinin sebebi nedir?

Düşünyorum öyleyse varım, "ruh"um var öyleyse insanım, hatırlıyorum öyleyse "ben"im.

12 Haziran 2010 Cumartesi

Machine in my head.

Nerede kayboldum ben? bilmiyorum. Sabah toplantıya giderken yatakta bir kadın bırakmıştım; uzun bir günün ve gecenin ardından yatağı toplanmış olarak görmek güzel. Ama eksik bir şeyler var, her zaman olduğu gibi. Bu gece nerede kayboldum ben? Dışarı çıktığım o yarım saatte mi? Yoksa başka bi anda mı? Bilmiyorum. Gerçekten, bilmiyorum. Ama hayat çok komik ve bir o kadar da acımasız. Pavyondan bozma ve eğlenme çabalarının bir şekilde geldik ve eğleniyoruz moduyla karıştığı bir mekanda erkeklerin taciz, tahrik ve bilumum tavrıyla yaşamaya çalışmak ağır geldi. Daha kötüsü kadınların da bunu kabullenmesi oldu belki, erkekler böyledir(!) algısı ve tavrı adamlarda öyle bir rahatlık yaratmıştı ki, yaptıkları her şeyde artık meşru birer yaratıktılar. Yaptıklarında değildi sorun, kadınların onları beğenip beğenmemesindeydi, birileri onları beğeniyorsa yaptığı taciz değil dans, beğenmiyorsa dans değil taciz oluyordu… Kafam karıştı albayım, biz kadınlara niye dokunamıyorduk? neden duygular bizim önümüzde bir duvar örüyordu da bu adamlar bütün bu duvarları kolayca atlayıp geçiyordu? Nefes almak için çıktığım anlarda kayboldum kendimle, oralarda bulduğum yollar, hayatlar beni mutlu eder miydi? Bilmiyorum, mutluluk oralarda değildi, o yüzden sanmıyorum…
Yoruldum ve korktum. Ve her yorulduğumda ve korktuğumda yaptığım gibi sevdiklerimi kendimce korudum, onlar kızsa da, öfkelense de… Kendimce nedenler uydurdum, bahaneler vs.
Peki, ne zaman huzur bulurum? İşte onu bilmiyorum albayım.

Tek bildiğim, iyi niyetle iyi hayatlar yaşanmıyor. Kötü olmak gerek, daha da kötü.

“Machine in my head.” but it hurts me, it kills me.