26 Aralık 2010 Pazar

[Sansürlü]


İyileşmek. Kabahatli yahut illegal madde bağımlılığından onanmış bağımlılığa geçiş. “Altı ay daha bu ilacı kullanacaksın, yoksa…” Yoksa ne? Her neyse… Metaforlar zihnimden testislerime yuvarlanıyor, bunu yazmalı:

İyileşmek aynı zamanda kimliği belirsiz şahıslardan son havadisleri almak anlamına geliyor. Garip bir şekilde gerçekleşiyor bu. Aynı filmlerdeki gibi, telefonunuza bilinmeyen bir numaradan acayip bir mesaj geliyor: “Bilmem kimin bilmem kimle bilmem ne ettiğini biliyor musun? Bir dost”. Bilmiyordum açıkçası. Demek istediği şeyin Bukowski çakması ifadesi şöyle: “Sevdiğin kadın şu an bir dallamayla öpüşüyor, ya da daha kötüsü onun taşaklarını yalıyor”. Neyse ki umursamıyorum [hatta o kadar umursamıyorum ki bunları yazıyorum, lanet olası sigarayı bırakacak zamandı sanki].

Aslında kimin kiminle ne yaptığından ziyade, esas sorun çok fazla yalana maruz kalmış olmak. Üstelik sadece yaratıcı yalanlara değil, yalan olduğunu bildiğin yalanlara da inanmak. Ve daha bir sürü şey…

Bu tecrübenin ana fikri nedir bilmiyorum açıkçası. [BU KISIM FEMİNİST İTİRAZLAR NEDENİYLE SANSÜRLENMİŞTİR] Bir de tekerlek var. Fakat hikâyeyi anlatmak istemiyorum bu sefer.

24 Aralık 2010 Cuma

Klinik Notları


Kapatılma… Tanrısı Dyonisos olan bir adamın başına gelebilecek en kötü şeylerden biri. Sorgusuz sualsiz bir itaatkârlık hali. “İtaat et, yoksa öleceksin!” Mesih bile kendi yaralarını sağaltamaz. Betermiş gerçekten de… Şu ana kadarkilere baktığımda, sanırım en kötüsü bu.

Her gün cesetlerin morga taşındığı bir klinikte asla iyileşmeyeceğin düşüncesiyle sarsılırsın. Sonluluğun böyle birden gündeme oturması zihnini Heidegerian kaygıların içine sürükleyecektir. Ve hızlı da olacaktır bu. “Yahu yazacaklarım vardı ve yapacaklarım…”

“Sakin ol, aklını yitirme. Bir çözümü olmalı. Hikâye anlatıcılığı, evet bu iyi gelecektir”. Sonra anlatmaya başlamak. Önce Lokman Hekim ile ilgili küçük bir mit. Sonra tanrılar, kahramanlar, peygamberler ve eninde sonunda gerçekler. Biraz politika.

Kanımla doldurduğu şırıngalar, bedenim üzerinde yaptığı testler, vücudumdan alıp incelediği örnekler ve tedavi etmek üzere damarlarıma enjekte ettiği sıvıların üstüne bir de beni yarı çıplak o makineye sokmaya kalkıştığında doktora söylemek üzere uydurduğum kelime: “Medico-faşist”. Sonra da kardiyoloji bölümündeki tüm doktorlara bir hediye dağıttım: Foucault’nun meşhur kitabı, Kliniğin Doğuşu.

Malum sınıflar çağı… Eğer Muş’tan gelen Salih Amca gibiysen, yani tedavin uzun sürecekse ve cebinde beş kuruş yoksa ve gidecek yerin yoksa ve sosyal güvencen yoksa ve hastanede senin için yatak olmadığı söyleniyorsa ve… Yani Salih Amca’ysan, geceleri girişteki banklarda yatıp gündüzleri sözde tedavi olmak üzere sıra beklersin. Eğer önemli biriysen, mesela Salih Amca’nın yatak olmadığı gerekçesiyle bankta sabahladığı dördüncü gece hastaneye getirilen Erbakan’ın damadı gibi birisiysen, yedinci kattaki VIP bölümünde senin gibiler için boş olarak bekletilen, beş yıldızlı bir otel odası konforundaki -üstelik manzaralı- bir odaya alınarak hemen tedavi edilirsin. O yedinci kat öyle bir yerdir ki oraya gönderilen hemşireler dahi “güzellerinden” seçilir. Kapitalizm öldürür!

—Doktor bey bu ilaçları ne kadar daha kullanmam gerekiyor?

—Yan etkilerine dayanabildiğin kadar.

İnsanların, yani hastaların, refakatçilerin, hemşirelerin ve doktorların çoğunun sözlerimi öylesine pür dikkat dinlemesinin bir nedeni varmış. Ziyaretçilerimin çok olması, anlattığım hikâyeler, adımın Yasin olması ve sakallarım sayesinde bana dair oluşan kanıya göre ben bir Nakşî mürşidiymişim. Neyse ki taburcu olmama yakın bunu öğrendiğimde herkese komünist olduğumu söyledim, vicdanım rahat.

Ve taburcu olmak. Hastanenin bahçesinden koşarak çıkmak. O anda dünyayı güzel bir yermiş gibi anımsamak. Sorunsuz bir yer gibi, hastalıksız bir yer gibi düşünmek onu. Hatta bir daha hastalanmayacağını düşünmek. Artık çarmıhtan kalktığını sanmak. Ne büyük bir yanılgı bu…

15 Aralık 2010 Çarşamba

Bekliyoruz...


"Nasıl Olur? İçki içmem yasak. Beni nasıl derin, rahat uykumdan , beni kendime getirecek uykumdan kaldırıp meyhaneye götürmeyi önerirler? Ama nasılsa yatacak günlerim ve gecelerim çok. Ben içmesem de, onların neşeli konuşmalarını dinlerim. Bir kuşkum da var. Yenikapı meyhanesi diye beni arabaya bindiriyorlar. Bir bahçeye giriyoruz. Biraz sonra, gece karanlığında tanımadığım bir gri klinik kapısı önündeyiz. Elbirliğiyle beni şişman bir hemşireye teslim ediyorlar. Odamı gösteriyor. Yanımdaki yatakta başka bir kadın yatıyor. Aynı rahat uykuyu bulmama olanak bırakıldı mı?

Yabancı doktorlara, her şeyi baştan anlatmak zorundayım. Arkadaşlarım da gelmiyor. Yaz yaklaşıyor. İnsanlar, güneşli günlerde açıkhavada oturuyor olmalı. Tuvaletler girilmeyecek kadar pis kokuyor. Yemekler yenilmeyecek kadar kötü. İlaçlar susatıyor. İçecek hiçbir şey yok.
[...]

Görüyorsun işte. Hastalar ancak günlük yaşam içinde, yakınları arasında, davranışlarına hasta denilmeyen insanlar arasında iyi edilebilirler. Çünkü sinir hastalığı da bulaşıcı bir şey. Hem öyle mikrop almakla ilgili değil, bir insanın umutsuzluğunu derinden algılamakla bile geçebilir. O zaman gücün varsa kurtar kendini. Ne ilaç ne şok. Hastalık ile sağlık arasındaki bağ o denli zayıf ki, bir şizofrenin otuz yıllık solgunluğunu, zayıflığını, iştahsızlığını, çürümüş dişlerini ve zamanı yitirmişliğini yakından duymak, şizofreni kokusunu koklamak bile hasta edebilir insanı."
Tezer Özlü Çocukluğumun Soğuk Geceleri.

Aramıza dönmeni bekliyoruz biricik arkadaşımız Yasin.

14 Aralık 2010 Salı

Modern Tıp-mış (!)

"Maalesef, yararı olmamasının yanı sıra zararı da olmayan tıp hizmeti, gittikçe büyüyen sağlık kurumunun günümüz toplumuna verdiği zararların yanında çok önemsiz kalır"
I. Ilich

12 Aralık 2010 Pazar

ACİL SERVİS

- Doktor bey çok ağrım var, sabaha kadar geçmedi.
- Kalbinizde problem var, ağrıması normaldir.
- Ama dinmiyor bu ağrı, uyuyamıyorum bile.
- Normaldir normal, kas ağrısıdır kesin.
- Ama acı çekiyorum.
- Normal.

11 Aralık 2010 Cumartesi

Hastalık

Modern tıp diye bir şey varmış ve beni iyileştirecekmiş öyle mi? Hiç ihtimal vermiyorum buna. Tedavi uzmanların emir ve yasaklarıdır. Tedavi olmak başlı başına ontolojik bir dramdır. Bugüne kadar sana ait olduğundan en ufak bir kuşku bile duymadığın bedenin hakkında birtakım uzmanlar hüküm verir. Sana senin için iyi olanın ne olduğunu söylerler. Hayatın hakkında tasarruf sahibi olan bir doktor vardır, önce hastalığına Latince bir tanı koyar, sonra bir şeyleri yasaklar, bir şeyleri zorunlu tutar, eline bir reçete verir ve der ki “eğer dediklerimi harfiyen yapmazsan, öleceksin”. Garip bir hal alır dünya: “İçki içme, sigara içme, cigara hiç içme, mümkün mertebe hareket etme, seks yapma, evden çıkma, kalbini yorma…”

Sonuç fazlasıyla tanıdıktır: Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerinden uyandığında kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.

Çoğunlukla içeri ışık girmesini dahi istemediğin bir odada, çoktan senden kaçmaya başlamış dostlarının ardından, iyileştikten sonra ilk neyi tecrübe etmek istediğini düşünür durursun. Üretkenliğin de ciddi bir krize girmiştir üstelik. Öyle ki, üst üste duran okunmamış kitaplar dahi bu konuda seni ayartmayı başaramaz. Artık en güçlü besin kaynağın elinden alınmıştır. Tecrübeler sınırlanmıştır. Sokağa çıkamazsın. Uzmanların “yapma” ve “etme”-leri içerisinde, bir tecrübesizlik âlemine kapatılmışsındır. Sonra telefon çalar, güçsüzlüğünü duyan birisi daha arar: Acil şifa dilekleri… “Duyduk, çok üzüldük, böceğe dönüşmüşsün. Geçmiş olsun”.

4 Aralık 2010 Cumartesi

Baker Sendromu

Önce tez yazarken içinde kaybolduğum girdap, sonra da bu hastalık. Biliyorum, hepsi Tarde’ın kitabını elime aldığım gün başladı. Daha o gün hapı yutmuştum aslında. Bir terslik olduğu belliydi. Hayır! Yağma yok kardeşlerim! Bizim jenerasyonun Baker’i ben olmuyorum! Göreceksiniz bakın ne kadar kısa sürecek; bir aya kalmaz kalbimi sağaltır, tezimi bitiririm ve bir daha da Tarde filan okumam. Her şey çok güzel olmasa da, ben yaşarım. Kusura bakmayın kardeşlerim, ilk ben ölmüyorum.