22 Aralık 2011 Perşembe

Uzun parmaklarını aç ve yorgun ruhumu geri ver.

Bir şeyler yanlış gidiyordu. Elimi attığım her şey bu kadar çabuk yol alamazdı. Hislerimi anlatamadığım her an ya da mutluluğum tam anlamıyla zirveye ulaştığında zaman bu kadar çabuk bitip; düşüşe geçemezdi. Ters gidiyordu; farkında olmadan ya çok ah almıştım, ya da çok günaha girmiştim. Hislerimi ben bile tam olarak belli edemezken, sözlük karşılığı hislerime cereyan eden yüzler bu kadar itaatkar olamazdı. Bile bile altına yatamazdım günahkarların; bile bile cinayet işleyemezdim; bile bile sevdiklerimi ateşe atamazdım.

Peki ne yapmalıyım?

Bu ben değilim diye haykırdı en günahsız olanınız. Bu ben değilim ve size saf mutluluk getirdim ey bencil ruhlar. BAKIN BANA, GÖRÜN BENİ.

Zamana inan demişti yüce ruh, o zaman her şey yolunda gider. O zaman herkes günahsız, herkes itaatkar. Olamaz demişti isyankar. Olmamalı.

İşte o an ayaklandı günahkar olmayan masum ruhlar. BİZ BU DEĞİLİZ, HİÇ OLMADIK Kİ.

Sen dedi, Tanrı'nın sevdiği kul; sen ki aşkı uğruna ne bedenler vermiş, ne ruhlar kandırmış, ne canlar feda etmiş sen. Kendine gel ve aşkına sahip çık.

O eskisi gibi değil, o ben değil. demişti sakil.

Biz yalnız ruhlarız uzay boşluğunda; ben orda değilim, o burada değil. O günahkar, ben sakil. Hayat bize mutlu olma şansını 3 gün verdi, biz o 3 günü uyuyarak çoktan geçirdik. Gecelerde ise isyankardık; sen elimizden aldın bizi ey yüce Tanrı. Günahkar olmamanın bedelini, günahkar bedenlere dağıttın. En saf gücü bizden aldın.

Sonra susan sesler. Sonra susmayan ama sadece saf aşkın duyduğu, umutsuz bedenlerin çığlığı kaldı geriye. Ne biz duyabildik sakilce, ne onlar duyabildi günahsızca. Sadece tohumlar, sadece masum bedenler, sadece saf anne duygusuyla gözlerine bakabilen o güzel ruhlar duydu çığlığını.

Yükselen sesler, düşen ruhlar, dokunan bedenler kaldı geriye; masum seslerde kirlenmiş ilişkiler, masum ruhlarda esişen tozlar, günahkar bedenlerde ezilen aşklar.

Tek isteğimiz uyumaktı yüce Tanrı; sen bizi ateşlerde çoktan yaktın.

7 Aralık 2011 Çarşamba

Bandini'ye Ağıt


Günlerdir bir şey yazmaya çabalıyorum. Kafamda tepişen binlerce fili ne susturmayı becerebildim ne de onları yazıya aktarmayı... Dostum YD kitabı çıkmasının verdiği haklı gururla çok üzerime geldi durdu. "Okumuyorsun Ulaş, yazmıyorsun Ulaş, üretmiyorsun Ulaş," üretmiyor olabilirim, ama bu fantasmagori içinde bir çok şeyi tüketmeyi unutmadığım kesin. "Halbuki bilmiyor," korkuyorum... Peşimde bir reaper varmış gibiyim YD ve ben "Dean" kadar güçlü müyüm bilmiyorum. O sebepten ben de Benjamin'e güvendim... O'nun deyişiyle hiçbir şey söylemeyeceğim... Onlar konuşacak, ben montajlayacağım. Çünkü elçiye zeval olmaz.

"[...] kısa bir girizgâha ihtiyacımız vardır. [...] [aktörlerin] asıl işe başlamadan önce mümkün olduğunca çabuk atlatmaları gereken, aptalca ama gerekli bir formalite (s. 152)... Montaj genellikle gerçek parçalarından -film parçalarından birbiriyle alakasız tek tek çekimlerden- bir sinemasal mekân efekti yani özgül bir sinemasal gerçeklik üretme yollarından biri olarak görülür... Gelgelelim gerçek parçalarının sinemasal gerçekliğe dönüştürülmesinin, bir tür yapısal zorunluluk yoluyla, belli bir kalıntı [...] onun parçası olan bir fazla ürettiği çoğunlukla gözden kaçırılır (s. 158)" Zizek, Yamuk Bakmak.

"Dün gece düşümde gerçekliği gördüm. Sabah uyanınca bir rüya olduğunu anlayınca çok rahatladım." Lec.

"Nietzsche'nin dediği gibi gerçek dünyayla birlikte görünümler dünyasını da yitirdiğiniz zaman içinde yaşadığınız evren olgusal, olumlu ve bu haliyle de gerçek olmasına gerek kalmamış bir evrendir (s. 23). [...] Bu durumda kötülük nesnel, öyleyse somut bir şekilde ortadan kaldırılabilecek bir gerçekliğe dönüşmektedir (s. 27). [Halbuki] Jarry katlanarak artan cinsel ilişki sayısı konusunda güzel sonuçlar üretmişti. Ona göre tehlikeli eşik aşıldıktan sonra sonsuz sayıda cinsel ilişkide bulunabilmek mümkün... Tabii ki patafizik bir yorum! (s. 198)" Baudrillard, Şeytana Satılan Ruh.

"Oysa psikanalizin en ilerlemiş kavrayışı bile böyle bir 'karşılıklılık' momentinde duruveriyor... Aşk, sevilenle bir bütünleşme arzusudur diyordu Platon diyalogları... Tek gerçek sevginin tensel değil tinsel, dünyevi değil tanrısal olabileceğini söylüyordu Aziz Agustinos... Ve bu temalara gündelik hayatımızdaki -ne kaldıysa geriye- idealler açısından hâlâ tanışığız yeterince (s. 24). [...] Zalimden nefret ediyorumdur bu açık. Çünkü sevdiğim birisine kötülük etmeye hep itiliyor olduğunu var sayarım (s. 80)." Baker, Yüzeybilim Fragmanlar.

"Zina etmeyeceksin!" On Emir.

"Bağlılığın erdemlerin en yücesi olduğuna karar vermesi de bunun sonucunda oldu; bağlılık aksi halde tuzla buz olup saniyenin binde biri uzunluğunda izlenimlere bölünecek yaşamlara bir bütünlük veriyordu (s. 97)." Kundera, V. O. D. Hafifliği.

"Faust, yüreğinde iki ruhu barındırabiliyorsa [...] normal bir insan çatışan düşünsel eğilimleri neden içinde barındıramasın?" Lukacs, Tarih ve Sınıf Bilinci.

"Benjamin içinse her zaman bir 'ikili ruh' söz konusu olmuştur. Gerçi bu ikili ruhu dengelemenin bir yolunu bulduğunu söylemek zor (s. 17) Gürbilek, Son Bakışta Aşk.

"Ruhsal dalgalanmanın (fluctuatio animi) yarattığı bir belirsizlik var ve bu işin içinden kolay kolay çıkılamaz gibi görünüyor... Ancak var sayalım ki... içinde 'melodramatik' bir vaziyetin tahlili var... Bu tahlil bize hem aşkın doğasının önemli bir yönünü hem de melodramın doğasını açıklayabilir (s. 25)" Baker, Yüzeybilim Fragmanlar.

"Alfredo: Nasıl olduğunu bilirim...
Mavi gözlüler en beterleridir.
Ne yaparsan yap
işe yaramaz. Yapabileceğin hiçbir şey yok. İnsan ne kadar büyük olursa
bıraktığı iz de o kadar derin olur. Eğer erkek severse, çıkmaz bir
yol olduğunu bile bile acı çeker.
Toto:Son söylediğin güzeldi. Fakat hazin.
Alfredo: Benim lafım değil. 'The Shepherd of
the Hills' da John Wayne söylemişti." Nuevo Cinema Paradiso

"Psykhe o kadar tatlı ve nefes kesecek kadar güzel bir kızdı ki, onu gören herkes aklını kaybedip onun için bir şeyler yaparlardı... İki büyük ablası yabancı ülkelerden zengin birer kralla evlenmişlerdi, ama işe bakın ki kimse ona evlenme teklifi etmemişti. Aslında erkekler onun bu güzelliği karşısında evlenme teklifi etmeye çekiniyorlardı... Bir gün Aphrodite, en büyük oğlu Eros'a 'bu kız kendini ne zannediyor,' diye öfkeyle sordu. 'Ne kadar güzel olduğu umurumda bile değil' [...] 'Eros, senden onun kendine olan güvenini kaybetmesini sağlamanı istiyorum. Aşk oklarından birini 'Psykhe'nin kalbine fırlat ve onu gördüğün en çirkin adama aşık et! (s. 187)'" Milbourne ve Stowell, Yunan Mitolojisi.

"Bildiğim bir şey varsa, güneşle çöl arasına giremezsin, bildiğim bir şey varsa bildiğim bir şey yoktu: Beynim, kalbim, dilim tutukluk yapmıştı. Şebnem'e tutulmuştum. İşim bitikti. Vücudumdaki tüm kimyasallar çalkalanıyordu. Bir sigara yaktım (s. 154)." Menteş, Korkma Ben Varım.

"Erkek yüzünü onun yüzüne bastırdı ve yatıştırıcı sözcükler fısıldadı kızın uykusuna doğru... Kızın hararetinin nazlı kokusu geldi Tomas'ın burnuna, içine çekti kokuyu, onun bedeninin gizli saklı nesi varsa tıka basa içine doldurmak ister gibiydi... [yüzünü] yastığa gömdü uzun bir süre kaldırmadı...
Peki aşk mıydı o duygu? Onun yanı başında ölmek istemesi abartılı bir duyguydu apaçık; bu daha ikinci görüşmeleriydi! Yoksa ta içindeki sevme yeteneksizliğini farkına varıp da, aşk taklidi yaparak kendini aldatma gereği duyan bir adamın histerisi miydi sadece? Bilinçaltı öylesine korkaktı ki, bu küçük güldürü için seçip seçeceği en iyi eş yaşamına girme konusunda hiçbir şansı olmayan şu zavallı garson kız olmuştu (s. 15)!" Kundera, V. O. D. Hafifliği.

"Yaşamınız boyunca erkeğin gözünde, onun karısını kıskandırmak, erkeklik gücünü ve/veya bağımsızlığını kanıtlamak için kullanılan, arkadaşları arasında son 'ilginç' macerası olarak tartışılan 'öteki' kadın olacaktınız. (Kadın öteki kadın olmaya, bu adın gösterdiklerine artık aldırmıyorsa bile erkek aldırmaktadır.) Evet, sevgi erkekler için kadınlarınkinden bütünüyle bambaşka bir anlam taşır: Erkek için sevgi, sahip olmak, denetlemek; daha önce hiç göstermediği durumlarda kıskançlık göstermesi demektir (s. 156)...
Şimdiye dek 'aşk'la sevgi arasında bir ayrım gözetmedik. Çünkü biri sağlıklı (sıkıcı), öteki sağlıksız (acı verici) diye iki tür sevgi yoktur; sevgi olmaya çabalayan ya da insana günleri zehir eden bir şey vardır. Sevgi egemenliğin ağır bastığı bir ortamda oluşacaksa, herkesin sevgi yaşamı ister istemez bundan etkilenir. ÇÜNKÜ EGEMENLİK VE SEVGİ BİR ARADA YAŞAYAMAZLAR (s. 157)." Firestone, Cinselliğin Diyalektiği.

"Zoey paketten bir sigara çıkardı, onu dudakları arasında sıkıştırıp bir kibrit çakmaya kadar götürdü işi, ama düşüncelerinin baskısı sigaranın yakılmasını uygulanamaz hale getirmiş olduğundan kibriti üfleyerek söndürdü ve sigarayı ağzından çekti... 'Bilmiyorum!' dedi (s. 85)" Salinger, Franny ve Zooey.
U.









9 Kasım 2011 Çarşamba

Acı Yok



'Üç ay beklerim' diye bağırmıştım o gün avazım çıktığı kadar, arkasından, içimden. Bekledim de. Yanıbaşında, onu bekleyerek geçen bir üç ay… Ve bugün son gün. Ve ben hala bekliyorum. Ve bazen öyle oluyor ki, işte diyorum, bu sefer kesin geldi, kapımın önünde… Tıktık sesini duymak için kulak kesiliyorum ama içten içe biliyorum da; gelecekse eğer, kapıyı vurmadan gelecek, pat diye giriverecek içeri. Çünkü o an tutamayacak kendini. Çünkü kavuşma, en duygusuzumuz için bile, “gel” sesi beklenmeyecek kadar heyecanlı bir olaydır. Çünkü ben aylardan beri böyle hayal ediyorum ve bana gelirken kapıyı çalarsan eğer, bir kere daha hayallerimin içine etmiş olacaksın sevgilim. Suratını asma hemen. Senin canın sağolsun, yine sağolsun ama bu kaçıncı? Yani biraz daha dikkatli olamaz mısın? Hayır kapıyı çalmadan odaya dalıp üzerime atlasan, bu sefer de ayağıma basacaktın. Sahi senin ne garezin var da, hayallerimde bile yalnızca acı çektiriyorsun bana?

Sen hatırlarsın, adı neydi o “tanrı, beni bütün fiziksel acılardan korusun; manevi acıların hepsini çekmeye razıyım” diyen canı tatlı herifin? Ben o adam gibi değilim sevgilim biliyorsun, hatta belki sen de biliyorsundur tanrım; bir kelebeğin ölümü bile canımı acıtır benim, bir sineğin ısırığı kadar olmasa da. O yüzden, ikinize de düşen görev büyük. Tamam beni pamuklara sarın sarmalayın demiyorum ama yetkililerdenanlayışbekliyorum; “acı yok”.

Neyse işte, ben böyle seni hayal ediyorum bazen. Bana geldiğini, bana güldüğünü ama en çok da seni anladığımı hayal ediyorum. Çünkü şu hayatta “seni seviyorum”dan sonra en çok söylenen yalan, “seni anlıyorum”. Aslında bi bok anladığımız yok. Ben mesela trigonometrik fonksiyonları bile, seni anladığımdan daha iyi anlamıştım da, yine de yıl sonu ödev vererek kurtarmıştım dersi. Türev eh işteydi de, integralde fena çuvallıyordum. Senin ise ne türevini, ne de integralini anlayabildim sevgilim. O sene matematiğim 2’ydi, senden not alacak olsam kesin çakmıştım.

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Ankara'ya güz geliyor ve ben gene göreceğim!


Ankara’ya güz gelecek ve ben gene dördüncü sınıf olacağım… Gerçi Ankara’da iki mevsim olduğundan bir “güz dönemi”ni daha burada yaşayacak olmama takmıyorum. Tekrar dördüncü sınıf olmama da takmıyorum aslında, soru sorana cevap çok… “Ya işte tez yazıyorum falan uzuyor tabii ister istemez,” diyebiliyorsun, ayrıca teknik olarak sınıfta kalmış da sayılmıyorsun daha üst bir sınıf var mı? Yok.

-“Sizin oğlan dörde geçebildi mi?”

-“Tabii canım geçen sene geçti. ” Havalı bile hatta…

Ama işte asıl sorun başka: Hayatımdan lisans eğitimini çıkarttığımda ne yaparım sorusuna “yüksek lisans yaparım”dan başka cevaplar bulmanın vakti geldi. Anlayış abidesi bile olsalar ebeveynler dürtüyor artık,
“Maaşı ne kadarmış bu yüksek lisansın, o kadar okudun (gülme efekti!)”,
diye entelektüel komiklik şakalar gelmeye başladı (ulan cidden maaş verseler ne süper olurdu ama haa).Ek olarak üzerimde çok büyük bir facebook baskısı var, öyle ki Ortadoğu ve Balkanların en elit ebeveynleri, akrabaları, komşularından bir baskı timi kurulsa bu kadar etkili bir birlik olamazlar her halde. Ben hâlâ bayramlarda Ankara-İzmir güzergâhı üzerinden gelirken mecburi olarak Afyon’da durup boyun tutulması çekerken, millet Los Angeles üzerinden non-stop gelip cetlek (jetlag) falan oluyor. Amsterdam’da master yapıyor, İsveç’te evleniyor, Canada’da çalışıyor falan… Var bunlar cidden gerçek, Sims’e falan sarmadım yani… Bunları da “üzülün! Bakın ne kadar hödüğüz biz diye söylemiyorum, nerde yanlış yaptık anasını satayım onu bulalım istiyorum panpalar. Sizleri brain storming’e davet ediyorum, kıralım şeytanın bacağını…

Bir yaz daha bitiyor ve güz dönemi geliyor… Bu sezon okulda büyük yenilikler var, İnkılap hocası yok misal (daha büyük ne olabilir ki ), sonra babam benle aynı dersleri alacak okulda falan fişman… Çok uzatmadan da ekliyor ve bitiriyorum Fenevbahçeli Süper Lig’le beraber Garp mukallitleri de sezonu açıyor…

22 Mayıs 2011 Pazar

Ayrılıklar da sevişmeye dahil (4)

Şu ömür törpüsü barın arkasında geçirdiğim, birbirinin kopyası onlarca günden biri yine… Sahnede, kadın rugby oyuncularından oluşan grubun, uğultudan ibaret müziği; tavanda, sağlıklı bir insanı epilepsi krizine sokabilecek kadar rahatsızlık verici ışıklandırma; pistte ise, birbirine karışan onlarca ucuz parfüm-deodorant- ter-sigara kokusu ve tabii ki tüm diskoların vazgeçilmezi; ritm duygusundan nasibini almamış, yalnızca şuursuzca salınarak, dans edebildiklerini sanan kadınlar ve ortaokul yıllarından kalma fizik bilgileriyle, "sürtünme önemsenmeksizin”, zıt kutupların aslında birbirlerini çekmeyi bırak, yapışık bile durabileceğine inancı sonsuz olan erkekler…
Bar çalışanları için, her allahın günü bu cehenneme katlanabilmenin iki püf noktası var: Birincisi, tahmin edebileceğiniz üzere, alkol; ikincisi ise, bu kalabalığı, bir belgesel seyircisi duyarsızlığıyla izleyebilme yetisi.
Belgeselin bilmemkaçıncı tekrarını izlediğimden, birçok bölümü belleğime kazınmış durumda artık. Öyle ki; aforizmik cümlelerle karşısındaki kadını etkilemeye çalışan, ona bir kahve teklif eden, bir içki teklif eden, dans etmeyi teklif eden, yatmayı teklif eden, ısrar eden, taciz eden, küfür eden, kavga eden… erkeklerin ve erkeğin teklifini kabul eden, reddeden, aynı teklifleri başkasına eden, kıskançlık eden, dedikodu eden… kadınların tamamına başarıyla dublaj yapabilirim. Hatta; reddedilme, terk edilme, taciz edilme, kapı dışarı edilme gibi tehlikeli sahnelerde dublör olarak bile kullanılabilirim.
Bu gece de yine belgeselin, aşina olduğum bölümlerinden birini seyre dalmışken, üçlü bir erkek grubunun sorusuyla, belgesel keyfime ara veriyorum:

- Bakar mısınız? Bu grup hangi günler çıkıyor acaba?

Boşluğuma geliyor, “Bu grup sizinle hiçbir gün çıkmıyor, çıkmayacak.” demek geliyor içimden; “Salı günleri beyefendi “ diyorum onun yerine. Teşekkür ediyorlar, rica ediyorum, ediyorum etmesine de, salladım mı acaba? Salı mıydı bugün? Ayın kaçı peki? Patrondan gizli yuvarladığım votkalardan olacak, cevaptan emin olamıyorum. Bu sırada, gayri ihtiyari, elim pantolonumun kıç cebine gidiyor; cüzdanımın ağırlığından, maaş gününe ne kadar kaldığını kestirmeye çalışırken yakalıyorum kendimi. Acınacak durumdayım, cüzdanım kadar olmasa da…

Kendime acımaya fırsat bulamadan, fazlaca Hollywood filmi izlemiş bir züppe bara yanaşıyor. Oh, neyse ki beterin beteri var. Etrafa, kasıntıyla, şöyle bir göz gezdirip,, “her zamankinden” istiyor. “Ben de, daha ben çağırmaya bile fırsat bulamadan, sert bir frenle önümde duruveren taksi, öndeki aracı takip etsin istiyorum ama olmuyor be canım” diyemiyorum tabii. Sesimi biraz yükselterek “Her zamanki neydi beyefendi” diye soruyorum onun yerine, “Satsuma-elma suyu” diyor. Ulan, tanımam etmem, nereden hatırlayayım senin satsumanı ben? Allahtan, eliyle “üstü kalsın” hareketi yapıyor da, bahşişin verdiği sıcaklıkla hemencecik sakinleşiyorum. Züppe de, özgüveni zerre sarsılmadan, içkisini döke saça kalabalığa karışıyor. Barın üzerini temizlemeye girişmişken, üçlü erkek grubuna sonradan eklenen yancıyla göz göze geliyoruz, bir bira istiyor. İçim yanıyor böylelerini görünce. Kadınlara karşı, sürü halinde avlanarak başarılı olunamayacağını öğrenememişler demek henüz. Önümüzdeki bölümlere artık…
Devam etmekte olan bölümde ise; rugbyciler müziğe ara vermiş (uğultunun kesilmesinden anlamalıydım), onları bekleyen masaya doğru, ağır hareketlerle ilerliyorlar. Bu kısa yolculuk sırasında, yanlarından geçtikleri masalara, yani potansiyel hedeflerine göz kestirmeyi de ihmal etmiyorlar tabii. Sigara molaları, bu tür başarısız gruplar için, hayati önem taşır. Tamamen kadınlardan oluşan grup, her birine üçer dörder erkek düşecek kadar bir kalabalığı masanın etrafına toplayabildiğinde, gerekli “ego” dolumunu gerçekleştirmiş ve tekrar sahneye çıkmaya hazırdır artık. Zaten, başka türlü bu ses ve görüntü kirliliğine –kendilerinden kaynaklanıyor olsa bile- her hafta dayanabilmeleri mümkün olmazdı.
Paranın ve erkeğin, “akmasa da damlıyor” oluşu, grubun müzik hayatına devam etmesi için yeterli bir sebep ve bu hafta da işleri oldukça iyi görünüyor. Özellikle de Leyla’nın keyfine diyecek yok. Etrafına şuh kahkahalar savurarak; bu gece, çevresini saran erkek grubundan, onunla yatmaya hak kazanacak şanslı erkeği belirlemeye çalışıyor. Leyla’nın bu konulardaki en büyük yardımcısı ve aynı zamanda grubun en eli yüzü -en azından bacakları- düzgün elemanı Gizem ise; ne masayla ne de Leyla’yla ilgileniyor gibi duruyor. Sinirli adımlarla bara doğru yöneldiğini fark ettiğimde, geç kaldığımı anlıyorum.

- Ne bakıyorsun öyle aval aval?

Şu barın arkasında geçirdiğim sürede öğrendiğim bir şey varsa, o da sinirli kadınlara hiç mi hiç bulaşmaman gerektiğidir; hele ki Gizem’e… Soğuk bir yerden çıkıp da aynaya baktığımda; yüzümde ilk kızaran yerin, geçen yıl Gizem’in, Leyla’yla yattığımı öğrendiğinde attığı tokatın izi olduğuna yemin edebilirim.
Barmenlikteki ikinci ayımdı, öğrencilik dönemi yeni bitmiş her insan gibi, derin bir boşlukta süzülüyordum. Günler süren kafa patlatma seanslarından, fikir alışverişlerinden sonra; askerlikten de kaçarım umuduyla, bir sene barmenlik yapıp para biriktirerek, sevgilimle Fransa’da işletme masterı yapmaya karar vermiştik, tüm planlarımız hazırdı. Öğrencilik dönemimde de ara ara barmenlik ve garsonluk yaptığım için, işe alışmam zor olmadı.

Haftanın 6 günü çalışıyor, iyi para kazanıyordum. Üç yıldır birlikte olduğum ve hayatımın geri kalan tüm üç yıllarını beraber geçirmek istediğim, dünyalar güzeli bir sevgilim vardı. Dünyalar güzeli; bir vakıftan burs kazandığını, Fransa’ya hemen gitmek istediğini, hayatın bir yıl beklemek için çok kısa olduğunu söyleyene kadar da her şey planladığımız gibi gidiyordu. Oysa ki daha iki ay önce; hayatın yeterince uzun olduğunu, nasıl olsa bu bir yılı da beraber geçireceğimizi, beklemenin sorun olmayacağını söylemişti. Hay allah! Hayatın bir anda kısalacağını öngörememiştik demek! Ama kısalmıştı işte, beklemeye gelmezdi. Canımın içi, yalan söyleyecek değildi ya? Kısa diyordu, o halde kısaydı. Tabii bu hayret verici durumu ilk öğrendiğimde, bu kadar sakin karşılayamamıştım. 3 yıllık ilişkimizdeki ilk ve tek gerçek kavgayı o gece yaşadık. Benim anlayışlı sevgilim; kavgayı, tatil günüme denk getirmişti. Barda kavga ediyor olsak; kırıp döktüklerimiz, iki aylık maaşıma ve de işime mal olabilirdi. Neyse, kavgayı barda etmemiş olsak bile; bir sonraki durak kesinlikle orası olacaktı. Barda birbiri ardına yuvarladığım bira-tekila combolarıyla, terk edilmişliğin verdiği isyan etme, kabuk değiştirme arzusu; barmenliğe başladığımdan beri bana kur yapmaktan bıkmayan Leyla’nın yatağına kadar itmişti beni. Ertesi gün ise, bu barın arkasında, gerçek anlamda hayatımın tokadını yemiştim işte.
Sonraki günlerde, Leyla’ya elimi dahi sürmemiş olsam da, Gizem’in bana kızgınlığı, bir nebze olsun geçmiş değil. Neden bu kadar abartıyor anlamıyorum ki… Alt tarafı, Leyla’nın yattığı yüzlerce erkekten biriyim sonuçta; nedir bu saldırganlık?..

5 Mayıs 2011 Perşembe

Ayrılıklar da sevişmeye dahil (3)

‘’Bir insan çocuğunun adını Leyla koymadan önce karşısına çıkacak Mecnunlar’ı düşünerek davranıyordur elbette.’’

İşte Leyla. 12 senedir ne zaman bir erkeği tavlamaya kalksa hep aynı cümleyi kurarak başlıyor konuşmaya. Bense suratımda her zaman arkadaşını destekleyen şapşal bir sırıtışla, kafamı 60 derece sağa eğerek onu onaylar sesler çıkartıyorum. Aramızda samimiyetin vermiş olduğu kaşarlanmış muhabbette çok alışmıştım. Sırf bu yüzden sahneye çıkmadan önce gözüne kestirdiği adamlarla sahnedeyken ve sahneden indikten sonra göz göze geldiği adamların kesişim kümesinin ertesi sabaha bana getirisi bolca gözyaşı olmasına ses çıkarta mıyordum. Leyla’yı cool kaşar sananların algısını hiçbir gece etkilemiyorum; adamlar eve geliyor, adamlarla yatağa giriliyor ve adamlar gidiyor. Leyla öğlene doğru -eğer yalnızsam- tek kişilik yatağımın yumuşak yorganını kaldırarak yanıma giriveriyor, gelsin pişmanlık sözleri, gelsin kırık kalbin getirisi akşamdan kalma makyajın yastığıma akan gözyaşları. Eğer geceyi onun gibi yalnız geçirmediysem, kıskançlık krizlerine eşlik eden can hıraş kapı vurmaları başlıyordu.

Bu gecenin de hiçbir geceden farkı yoktu. Şu grubu kurarken kaliteli müzik çizgisinden şaşmamaya söz vermiş bir avuç kız kurusuyken az sonra sahnede Lady Gaga coverlarıyla çok eğleniyormuş gibi yapıp görsele hitap edemeyen vücutlarımızla salınacaktık. Açıkçası sahne üzerinde ne kadar berbat göründüğümüzün bilincinde olan tek grup üyesiydim. Bassçımız doğuştan turuncu saçları ve orantısız uzun vücuduyla havuca benziyordu. Bateristimiz sürekli kızaran yanaklarıyla oturduğunda iyice görülmeyecek hale gelerek ezilmiş bir domatese benziyordu. Leyla için diyecek bir şeyim yok, 12 sene diyerek her kaprisi olduğu gibi fiziksel kusurlarını da kalbime gömüyordum. Benimse şunların arasında talan edilmiş bir tarlaya yanlışlıkla girmiş bir tavuktan farkım yoktu. Tek avantajım düzgün bacaklarımdı; onları da reklam olsun diye giydiğim şekilsiz mini eteklerimle sergilerken, korkunç coverlarla kendilerinden geçen Ankara kırsalında üniversiteli arkadaşlarımıza eğleniyormuş gibi yapmak zorunda kalıyordum.

Ara verdiğimiz an her zaman olduğu gibi masanın etrafına dolduracak dallamalardan uzak durmak için bara kaçarken ekürim telaşlanmıştı:

-Ya nereye niye?

-Bir şey yok Leyla, takılın siz, geliyorum birazdan.

Çünkü benden onay almadan eve adam atamıyordu. Kontrol mekanizması koltuğuna bundan 4 sene önce, yine bir akşamdan kalma anında ben bunları hak edecek ne yaptım dediğinde, verdiğim bir buçuk saatlik demeç sonrasında oturmuştum.

-Ya bana bunu nasıl yapar, nasıl? (Gören de seni gırtlakladı sanacak.) Nasıl çöpe atar aramızdakileri basit bir kadın için? (Aranızdaki 2 gecelik seks değil miydi?) Benim ondan neyim eksik söylesene? (Vücut ölçülerin) Arayayım değil mi? (Ara canım ara.) Bence hala bitmedi aramızdaki şey.

-Leylacığım aranızdaki şeyin başka kadınlar olduğunu kabul etmezsen daha çok hak etmediğini düşündüğün aldatmalar yaşayacaksın. Ben sana ne dersem diyeyim yarın o çocuğu arayıp ‘Küpelerim sende mi kalmış Burak?’ diyeceksin. Dinlen biraz, kendine gel, al şu kitabı oku ve artık hiçbirimizin hak etmediği bir hayatı yaşadığını kabullen.

Demez olaydım. 4 senedir ayrı olsak da her gece yapayım mı, gideyim mi, gelsin mi, vereyim diye sormaktan iliğimi kemiğimi kurutmuştu. Yetmezmiş gibi kendi aşk hayatım da Leyla yüzünden sekteye uğruyordu. Hoş; zaten oldum olası 1 seneyi aşan ilişkiler yaşayamayan bir kadındım. Tek günlük ilişkiler için üzülemeyecek kadar da bencildim; tek kişilik yatağım bunu en büyük göstergesiydi, tabii anlayana.

Bizimkiler masanın etrafına oturmuş, egolarını biraz daha tatmin etmek için en şuh kahkahalarıyla slim sigaralarını dudaklarında bekletiyorlardı. Klasik cilve: Sigarayı ağır hareketlerle paketten çıkart, akşam kim bilir neleri öpecek olan o iki dudağının arasına yerleştir ve muhtemelen atsız olan tek gecelik prenslerini beklemeye başla. ÇAT. Çakmaklar bizimkilerini etrafında dönerken uzaktan her birine küfürler sallayarak eteğimi çekiştirirken, Leyla’nın ya şu kolonun yanında duran sapla, ya da bölümden arkadaşı şu 2 mühendis heriften biriyle olacağına dair tek kişilik iddaya girerken, koluma yapışan buz gibi elle kendime geldim.

-Sana bir içki ısmarlamama ne dersin güzelim?

-Tabii, bu gece eve yalnız dönecek olmana içebiliriz beraber.

Nasıl oluyor da bitmek tükenmek bilmeyen bir hırsla her gece aynı kurları başka kadınlara yapmaktan vazgeçmiyorlardı bunlar bilmiyorum. Ve nasıl oluyor da bizimkiler mutlaka bu kurlardan birine kapılıp ucuz numaralarla âşık olduklarını sanıyorlardı bilmiyorum. İçkimi kendim aldıktan sonra masanın Leyla’dan en uzak köşesine oturdum. Ve dediklerimin nasıl da bir bir doğru çıktığına şahit olmaya başladım. Kolondaki sap, Leyla’nın seneler önce yattığı adamlardan biriydi, şu an ona doğru eğilmiş muhtemelen onu nerden tanıdığına dair zırvalar sıralıyordu. Bu sırada mühendis grubu vizite kuyruğunda bekler gibi Leyla’yı süzüyordu. Eğlencem bölünmesin diye Leyla’yla göz göze gelmemeye çalışırken, çok geçmeden telefonuma gelen mesajda malum soru gelmişti:

“Bana bir şey söyle ne yapayım akşam bir şeyler yapar mıyız yoksa birini eve çağırayım mı?’

Leyla’yı tüm olanlardan sıyırmaktan o kadar yorulmuştum ki, biraz da kendi isteklerim etrafında oyunu yönetmeye karar vermek iki tekila içmeme kalmıştı. Mesajı görmezden gelerek tekrar bara doğru yönelirken, Leyla’nın kulağına eğilerek,

-Birazdan sizin bölümdeki şu çocuk da gelecek yanına. Konserden sonra hepsini eve çağır, çıkışta görüşelim de, hallederiz.

Son dört şarkı dedim kendi kendime. Sahne ışıkları altında parlayamayacak kadar pis oyunlara alet olmaktan kendimi çekeli beş sene olmuştu; yine aynı sahnede, tarlanın ortasında kalan tavuk değil de, atmaca kılığına bürünmeye karar vermem üç dakika yirmi saniyemi almıştı. Son dört şarkı, sonrası kaos olacaktı.

Haz.

16 Nisan 2011 Cumartesi

Ayrılıklar da sevişmeye dahil...

Tanrı ışık olsun dedi... Ve ışık gözlerime tecavüz etmeye başladı, kaçınılmaz ve tadını çıkartmaya çalışıyorum. Ucuz barların ucuz grupları, pop dinleyen "metal"cileri, kusturmaya programlı içkileri, ergen tripli kadınları mahkum kaldığım hapishanenin demirbaşları. Çalan grup bir çuval dişi patates, en irisi solist onla da kurabileceğim göz temasıyla aramda koca bir kolon var... göremiyorum. Neden ona bakmaya çalışıyorum? Ben de bilmiyorum ama suç ne kolonda ne patateste ne de ışıkta... Üşenenin çocuğu olmaz değil mi! Kalktım ve dans eden kalabalığın içine karıştım. Karıştım dediysem de mecaz. İstesem de karışamam, yan yana ama ayrıyız. Su ve yağ gibi. Dans pistinin kenarındaki kolona yaslanıp iri patatesi izlemek kafi. Neden o? Etrafta kimse yok mu?
İçtikten sonra içlerindeki gizli gayi otlanmaya salan tüm inekler etrafımda çadır kurmuş, s.kilecek kurban arıyorlar. Kazan hazır, su hazır, hatta su fazlasıyla kaynamış bile. Kurbanı buldukları gibi... Şu an hatırladıkları tek şey muhtelif mühendisliklerin a.sız bölümlerinde öğrendikleri pistonlar ve birazdan uygulamalı sürtünme deneyi yapacaklar. Biliyorum. Ancak ortamın sürtünmesiz olduğunu anlayan, pistonu toplayıp kaçacak, kaçmayan şansını deneyip tokadı yiyecek. Ama ergen tripli kadınlardan bir farkları var onlar kadınsız da mutlu olabiliyorlar. Onlar ki kadınsız eğlenme sanatlarının Cristoph Colomb'ları, bira üstüne tekila, vodka-redbull, "oğlum bu hatuna nasıl çakılır var yaa!" Özeniyor muyum ne?.. Her geldiklerinde kadınsız dönseler de onlar mutlu, her geldiğimde bir hatun götürsem de ben mutsuz. Kâr-zarar hesabında hep benden bir adım öndeler... Hâlâ pistteyim ancak tek kıpırdayan organım gözlerim. Yüksek ses ortamı salladıkça, sırtımı yasladığım kolon benden iyi dans edecek...
Bara gittim;
-Her zamankinden,
-"Her zamanki neydi beyefendi?"
-Satsuma-elma suyu
Bu talebi gittiğim her yerde iletirim "her zamankinden!" garson ne derece yavşak, ipucu verir. Yanlış anlaşılmasın sadece barda da değil. Her yerde. Garson olmasının bir önemi yok, balıkçı da olsa aynısını yapardım. Yavşakları sevmiyorum, çünkü bahşiş vermek adetimdir ve hatırlanmak istemem. Zaten aynı yerlere sık gitmeyi sevmediğimden kimse hatırlamaz. Hatırlayan çıkarsa da bir daha gitmem zaten. Kimisi yavşağa verir bahşişi, hatırlayana verir. Ben öyle değilim... Bar taburesine oturdum, kolumu bara yaslayarak arkamı dönüp sahneye baktım. Patates aynı patates, sanki içtikçe güzelleşecekmiş gibi. Neden ona bakıyorum? Neden buradayım bugün?.. Hatırladım, evet sevgilimle kavga etmiştim...
-"Pardon! Ateşinizi alabilir miyim?"
-Bilmem alabilir misiniz?
-" Çakmak diyorum"
-Ben de!
-"Anlaşamayacağız galiba, neyse..."
-Denedik mi?
-"Deli mi ne!"
Bluzu kırmızı eteği dar siyah, yüzü mor gitti haspam, neyse...
Sevgilim diyordum, kavga etmiştim. Beş ya da altıncı günümüzdü bugün, insan sık ayrılınca eski sevgilisi çok oluyor, her gün biri arasa bir diğerinden ayrılmak zorunda kalıyorsun. Malum sorular, ucu bucağı olmayan başladı mı bitmeyen sorular... "Ne kadar çıkmıştınız," "önemli miydi senin için," diye başlayıp; "bak ben farklıyım" diye devam eden ve ayrılıkla biten konuşmaların vazgeçilmezi... Sıkıldım artık soru geldi mi direk ayrılıyorum, bir ay sonra o da "eski sevgili" rehberimde yerini alıyor. Bir gece bir telefon geliyor ve ben "eski sevgilimle" konuşup "yeni sevgili"mden gelecek ilk soruyu bekleyip cevaplamadan evden çıkıyorum. İşte kavga ettim dediğim de bu. Artık benim için kavga eşittir ayrılık o ayrı. Kışları iki aya kadar çıkabilen ilişkilerim, baharları bir-iki hafta, yazları bir bilemedin iki geceye kadar düşüyor. Ben tek gecelik ilişkilerime bile aşkım derim, maksat öyleymiş gibi hatırlasın eski sevgilisi yerine koysun da tekrar arasın. Ama bu soğuk kış akşamında bu telefonu beklemiyordum, hem de bari aradın buluşalım de! "Kırmızı kazağım sen de mi?" deme. Hayır bende olsaydı iyiydi, buluşalım demese bile kazağı götürürdüm, bir şişe şarabın gücünü kullanıp kaleyi yoklardım. Aksilik işte. Bir ay on gün ömür biçmiştim bu seferkine, erken bitti. Neyse şu an buradayım bunlara takılmam saçma.
Herkes pistte dans ettiği için kolonu kimse kapmamış, yerim duruyor. Yaslandım ve sigaramı yaktım. Sahneye baktım, solist aynı şevkle şarkısını söylüyor, güzel de söylüyor, ama hâlâ patates. İyi dans etse çekilebilir, ama güzel sesin şu an aradığım bir kriter olduğunu sanmıyorum. Peki ama neden bakıyorum o zaman?.. Neyse, bazen bünye otomatik pilota alır, beğenmeyeceğin bir şeyi beğenirsin, bu konuda bedenime güveniyorum, patates diyorsa patates olacak!.. Grubun ara vermesini bekledim. Yirmi dakika kadar sonra tüm üyeleri kadın grup yuvarlak masada toplandı.

Yanlarına yanaştım,
-Size bir içki ısmarlaya bilir miyim
-"Konsomatrise mi benziyorum". (Yok konsomatris olsan emin ol aç kalırdın!)
-Sanmam, ama emin de değilim zira, hiç konsomatris görmedim. (Vesikalı Yarim'de Türkan Şoray'ı saymazsak)
-"Haha! İlk defa biri estağfurullah demedi, sizi bir yerden tanıyor muyum?"
-Buraya pek gelmem,
-Yok, yok üniversiteden... U. sen misin? İnanmıyorum gerçekten sensin!

İyi ki garson değil bahşişi kaçırmıştı. Ama ben de hatırladım, Leyla. Sekiz sene kadar önce bahar şenliklerinde tanışmıştım, yatmıştım. iki hafta sonra malum soruları sormuştu. Sonra bir daha aramdı, o zamanlar aşkım deme alışkanlığım yokmuş galiba. Güzel hatundu o zamanlar, mühendislik birinci sınıf... A.sız bölümün her erkeğe düşen iki yüz elli gramında payı olan takdir edilesi kadınlarından biri.
-Evet, sen de Leyla'sın değil mi? Nerede tanışmıştık kongrede falan mı? (bilmiyor gibi yapmam lazımdı)
-Yok bahar şenliklerindeydi, neyse geçmiş zaman... Sahneye çıkacağız şimdi çıkışta görüşelim.
Cümlesini tam bitirmişti ki pistteki dallama mühendislerden üçü yanımızda biti verdi. Leyla'ya ayak üstü selam verdiler, komiktir Leyla da karşılık verdi. Hayranları herhalde...

U.

9 Mart 2011 Çarşamba

Cenabet Mabedi "Duş".


Geçenlerde Cansu hasta olup yataklara düşmüştü, zira ben de hastalanınca çekilmez nazlarla yüklenen bir insan olduğumdan bir eve iki hasta çok deyip hasta olmamak için elimden geleni ardıma koymamaya karar kılmıştım. Önlemlerin başında ajandamdaki duş alma bölümlerini olabildiğince ileri tarihlere ertelemek vardı. Zaten başka da önlem almadım -bu sebeple sonra ben de hasta oldum-. Gariptir ki duşun hayatımdaki çok farklı dönemlerde çok enteresan yerleri var. Sevip-Sevmeme arasında gidip gelen dönemlerde hep ona kafa yordum, onla ilgili bir yorumum oldu.

1) Nefret Dönemi
Dönem doğduğum günden başlar ergenliğe kadar devam eder. Gayet ılıman iklimli şehirlerimizden biri olan İzmir'de yaşıyorduk ancak her ne kadar İzmir'de olsak da, evimizin sıcağı soğuğa çeviren bir ters "igloo" etkisi vardı. Sobalı oda ile evin geri kalan kısımları arasında resmen iklim değişiyordu. Birkaç onyıl önce yaşasaydım Tezer Özlü'den önce Çocukluğumun Soğuk Gecelerini ben yazardım o derece! Duşun o dönem bana hiçbir artısı olmadığı gibi sıcak-soğuk etkisinden sürekli hasta geziyorum. En nefret ettiğim şey annemin dinmek bilmeyen "haydi banyoyaaa,"larıydı. Ne kadar beklersem kafamdan aşağı boca edilecek suyun sıcaklığı kaynama derecesine o kadar yaklaşıyordu. Siz olsanız sever miydiniz?

2) Cenabet Mabedi Dönemi
Ergenliğin başlarında başlar, sonlarına kadar sürer, bir anda kesilir -cidden bak. Karanlık çağlardan çıkılmıştır, kutsal mabette sen ve senin arana girebilecek tek şey hayal dünyanın genişliğidir -bir de arada çalan "hadi çabuk çık" mesajlı kapı. Kişisel haremin, yalnız cünup olmanın kerhanesi... Her ne kadar o dönemde duşu hâlâ sevememiş olsam da, cezbedici yanları beni daha sık duşa girmeye ikna edebiliyordu. Bir de cezbedici etken olmasa da cünup olmanın o dönem üzerimde "cünup gezmek kötü şans getirir" gibi psikolojik bir baskısı da vardı. Ama bir iktisat denklemi yapsak sıcak-soğuk etkisi vs. mabedin cezbediciliği ancak nötr oluyordu.

3) Milli Fantezi Dönemi
Ankara'ya gelmemle başlayan dönemdir. Ne zaman bittiğini tam kestiremiyorum. Ama en sevdiğim dönemdir. Duşun Lale devri... ECA ve Artema birleşip milyon dolarlık reklam yapsalar, evime bedavaya plazma ekranlı jakuzi koysalar bu kadar sevdiremezlerdi. Ankara'ya gelmişiz kaloriferli ev görmüşüz. Sıcak-Soğuk gibi bir negatif etken tarih olmuş. Üstüne bir de sevgilinle aynı evde olma diye bir şey var ki dostlar başına -her zaman değil tabii. İnsan oturup kendi filminin senaryosunu yazıyor vallaha. Arada mekan olarak da banyonun muhtelif köşeleri set ekibinin ilgisini çekiyor tabii ki. Ancak buradaki çekimler bazen o kadar zorlu geçiyor ki, çekimleri yarıda kesip mekan değiştirmek zorunda kalabiliyorsunuz.

4) Tanrıya Yakarış Dönemi
Milil fantezi döneminin evde yalnız kalınan bölümlerini de kapsayarak günümüze kadar gelir. Yalnız kalınca insan az biraz toplum içindeki durumunu düşünür. Kafa yağlı dışarı çıkmama diye bir kavram var mesela, bu direk "s.ke s.ke sık duş alacaksın"a denk gelir. Gençlik ateşin az biraz söndüğünden duşa genelde yalnız girersin. Ve duşun çirkin yüzünü, ağır angaryasını, annesiz kalmış evini orada anlarsın. Zira benimki kadar kılı bünyesinde barındıran bir insan için duştan çıkınca gördükleri korku filiminden sahneler gibidir. Kılların yitip gittiği bir arena gibi her yerde sahipsiz kıllar görürsün. Sonra temizle bakalım. On beş dakika duş, 25 dakika temizlik.

Duşu hâlâ sevmiyorum bir sonraki döneme kadar da bu böyle devam edecek. Hastalıktan kaçınmak için değil üşendiğim için erteliyorum. Dili olsa da konuşsa kahrımı çok çekti bilmem mi, ama olmayınca olmuyor ne diyeyim.

P.S. Bu yazıyı yazarken benden şarabını esirgemeyen, arada da banyodaki kıllara bağırınan ev arkadaşım Orçun'a special thanks.

24 Şubat 2011 Perşembe

Kendininkinden farklı bir dünyada geçsin o günler diye...

“Olmuştu bir kere. Maria’ya söylese miydi? Kendi ruhunu ilgilendiren bir meseleydi. Aslında ona iyilik etmişti söylemeyerek –o ve dua tespihi; duaları, buyrukları ve tiryakiliği. Sormuş olsaydı, yalan söylerdi. Ama sormamıştı. Bir kedi gibi yırtmıştı yüzünü. Zina yapma. Peh. Dul sorumluydu her şeyden. O, Dul’un kurbanıydı. Dul yapmıştı zinayı. İstekli bir kurban”.
John Fante

4 Şubat 2011 Cuma

Dün yoktun!


"Bu hayatta iki tip insan var, kalanlar ve geçenler. Biz kalan adamız evlat. Geçen adam daha sen sınav kağıdına bakarken kırk filozof geçer kafasından. Kalan adam kalır, biz kalan adamız."
-E. Vavien-

Sorumluluk sahibi bir son sınıf öğrencisinin misyonu kaldığı derslerden bir daha kalmamaktır, ha gene kaldıysa bu sefer bildiklerini diğer öğrencilere aktarıp onların kalmamasını sağlamak yegane misyonuna dönüşür. Pikachu'dan Raichu'ya hesabı. Bir üst seviye yani. Sorumlu olmak böyle bir şey biraz. Ben kaldım pişman mıyım, ne diyosun kudurdum! Üçüncü sınıf olsam şimdi çoktan iki bira açmıştım. Son sınıf olunca en az beş bira lazım. Pişman olduklarım sınavlarda ya da ödevlerde yazdıklarım, bire bir diyaloglarda söylediklerim değil aksine söylemediklerim ve yazmadıklarım. Bir daha o dersi alsam kesin bunları söylerim diyeceğim şeyler. Söylemezsem ben çatlarım, -nato kafa nato- mermer çatlamaz. Onlar eşyanın tabiatı gereği damarlı, çatlaklarla dolu. Ecnebiler mutfak bankosunda bile granit kullanıyor, bizimkiler mermere maaş bağlıyor arkadaş, sonra Avrupalı olur muyuz? Eşeğin z.ki olcaz biz.

"En sevdiğim hoca 'bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğim' diyendir."

-Angaralı Sograt-

Pişman olduklarımı anlaşılır bir şekilde listeleyip kendi doğrularımla düzelteceğim ki siz bunları
demek için benim kadar geç kalmayın.


Yanlış 1)

Hoca: X neden gelmiyorsun derse?
Sen: Hocam işim vardı da ondan gelemedim (evet var gerçekten ama asıl neden bu değil)

Doğru 1)

Hoca: X neden gelmiyorsun derse?
Sen: Hocam derse geliyoruz da ne oluyor! Sen habire küfür ediyorsun, ben birbuçuk ay Habermas bizim okulda sandım. Meğer başka bir hocaya küfür ediyormuşsun. Kalan zamanda ne oluyor? Bana kitabı okuyorsun aynen. Ee bunu en son benim ortaokuldaki sosyal bilgiler hocam yapıyordu, zira emlakçıydı. Yani ben evde de okuyabiliyorum çok şükür.

Yanlış 2)

Hoca: X niye bu dönem dersimi almadın?
Sen: Kredim doldu da ondan hocam yoksa çok almak istiyorum.

Doğru 2)

Hoca: X niye bu dönem dersimi almadın?
Sen: Hoca geçen sefer zorla aldık öbürünü de ne oldu, dersin adıyla filozofları arasında bile 80 yıl var. O dönemde daha dersin ismi olan "sen anladın onu" TDK'da yoktu. Zira TDK da yoktu. Gördük bir kere tersten bir kere daha niye göreyim, oradan deli gibi mi duruyorum. Bak bu da Foucault (2006)'ya göre deli yanlış anlama kavram benim değil olay çıkmasın.

Yanlış 3)

Hoca: X kitabımı okudun demi canım?
Sen: Tabii ki okudum hocam, bu mevzuyla ilgilenen her bir Türk genci gibi ben de okudum.

Doğru 3)

Hoca: X kitabımı okudun demi canım?
Sen: Oha! bir de kitap mı çıkardın sen :) Ciddi misin ya, piuuuv, kaç sayfa? Mouse pad olacak kadarsa alırım ihtiyacım vardı.

Yanlış 4)

Hoca: Bak ama ödevin olmamış, anlamamışsın sen bu konuyu. Bir de netten almışsın bazılarını.
Sen: Anlamak için çalışıyorum hocam, ek kaynaklardan yararlanacağım galiba.

Doğru 4)

Hoca: Bak ama ödevin olmamış, anlamamışsın sen konuyu. Bir de netten almışsın bazılarını.
Sen: Hoca iki kelime öğrendiysek netten öğrendik valla. Ya okumaya okuduk kaynakları da ayıptır söylemesi daha lisans öğrencisiyiz hatırladın mı? Sen istiyorsun ki ödev değil tez yazalım.

Evet unutmayalım ki 4 yanlış bir doğruyu götürüyor. O yüzden ne kadar çok soruyu doğru cevaplarsanız o kadar az kaldığınızdan pişmanlık duyarsınız. Yani geçmeniz konusunda pek umudum yok. Ya hadi umudum olsun siz de geçin "bu dersten geçmişsin ama adam olamamışsın" dicekler nasılsa.

Bu yazıyı okuduktan sonra, hocaların ağzından bu sorulardan birini duyarsanız -ki mutlaka duyarsınız- küçük bir tebessümle -tercihimiz kahkaha- hocanın yüzüne bakarsanız bu bile bir zaferdir diye düşünüyorum. Zira orada oturmaktan utanmayanların yüzü kızarmıyorsa, Tefal thermo spot olduklarındandır.




26 Ocak 2011 Çarşamba

15 Ocak 2011 Cumartesi

Bozun büyüyü, ayı boğuluyor!


Arkadaş üzerimde nasıl bir lanet varsa sorumlusu tez elden kaldırsın bir zahmet. Ne ettiysem özür dileyeceğim, yani elimden fazlası gelmez tutamayacağım sözü vermeyeyim şimdi. Yok geliyorsa onu da yaparız. Bu ne cünupluktur anlamadım gitti. Yüz kişiye sorduk: "Dışarı çıkalım mı?" aldığımız cevaplar
a)Hastayım.
b)Anam babam evde.
c)Param yok.
d)Çıkasım yok.
e)Hepsi.
Dedim tamam arkadaş zorla güzellik olmaz, bari arayalım hâl, hatır soralım değil mi, bayram değil seyran değil ama saat 21:00'den 9:00'a kadar iki bin dakikam var, sittin sene bitmez. Hayır ne akla hizmet aldım onu da bilmiyorum bu dandirik paketi ama madem şemsiye girmiş açmaya çalışalım. Aklıma gelen ilk numarayı tuşladım ki telefonun karşısındaki arkadaş "Film izliyoruz sonra ararım ben seni" diye buyurmaz mı. Cidden korktum, normal değil bu durum kursağımda düğümlenen heveslerin sayısı çoğaldıkça işin vehameti artıyor. Bir dur demek için buradan beni lanetleme girişiminde bulunan herkese sesleniyorum. Bozun şu büyüyü kafamdan alın şu kara bulutları. Lütfen!

11 Ocak 2011 Salı

Tehlikenin farkında mısınız?


Sorumluluk sahibi her 4. sınıf öğrencisi gibi dört senedir kalmakta olduğum inkılap dersinin artık verilmesi gerektiğini idrak etmiştim. Kemalizmin şu an hangi sürümünün kullanımda olduğunu bilmediğim için, derse devam eden güncel beyinlere ihtiyaç duydum. Rica ettim notların fotoğrafını çekip bana mail attılar. Alt tarafı 20 Mb dosya indireceğiz 1,5 saat diyor. Olmaz bu iş böyle "internet çok yavaş Orçun, gel daha hızlıya geçelim," dedim "hee tamam" dedi. Onayı alınca Telekom'u aradım, telefon numarasını girdim, bant kaydı bana numaramızın bulunduğu bölgede çalışma olduğunu, internetin yavaş olabileceğini, eğer bunun dışında bir şey yapacaksak 3'e basmamız gerektiğini söyledi. Pişkinliğin bu kadarı. Adam bunu şikayetten saymıyor bunun dışında bir şey yapacaksanıza geçiyor hemen. Neyse, hem notlar inmek bilmiyor hem de "Uykusuz her gece" sloganı içerken yarasa da ders çalışırken yaramıyor arkadaş! Uyumam lazım sabah çalışırım dedim. Sabah 7'ye niyet ettim 8'de kalktım. Notları okumaya başladım, "Beautiful Mind" filmindeki John Nash gibi sanki ekrana bakarken sorular kendiliğinden parlıyordu. Okumam gereken yerlerden çok emindim. Dört yılın tecrübesi boru değil tabii. Derken bir anda bilgisayarda parlayan o resimler tamamen karardı. Lanet olasıca elektrik daha kötü bir zamanda gidemezdi herhalde. Saate baktım 09:07 AM, arkadaş Kemal Paşa haber aldı da mı kestirdi anlamadım. Yukarıdan buraya emrin gelmesi iki dakikayı bulmuş olabilir tabii... Sınava iki saatten az var. Gittim, ya 2. ya 3. sınıftan kalma notlarımı buldum ve oradan çalışmaya devam ettim. Yirmi dakika sonra elektrik geldi bilgisayarı tekrar açtım. Yüz sayfalık notu on sayfaya indiren arkadaşların notunu beş sayfaya düşürdüm, kağıda yazdım. Notlara son bir göz atarken, geçen senelerden hatırladığım "bilmem ne antlaşmasında imzayı atan isim"e bakmak için Google'a durumu anlattım. Sağ olsun beni kırmadı http://www.maxicep.com/turk-ve-dunya-tarihi/antlasmalar-konferanslar-23584.html adresinde aradığım cevabı buldum. Şaka gibi sanki futbolcu transfer ediyorsun, kim attıysa attı ulan imzayı sana ne! Zaten böyle bir sitenin üstlendiği milli şuur göz yaşartıcı o da ayrı. Sınava bir saat kala sayfaları da elime alıp evden çıktım. Dolmuşa bindim, notları çıkaracağım ama tırsıyorum. Hayır arkadaş benim bir dolmuş profilim var, genelde yolcu tarafından kapağı bile zor okunan dolayısıyla bana bir anda 5 level atlatan kitaplarla dolaşmaya alışığım. Sadece ben alışmış olsam bir derece yolcular da alışık. Allah muhafaza "Ulaş yakıştı mı şimdi sana Rauf Orbay, Refet Bele" dese bir daha tövbe dolmuşa binmem. Üniversitede hiç kopya çekemedim ama dolmuşta sanki kopya çekiyormuş heyecanıyla notları çalıştım. Okula gelmeye yakın telefonum çaldı. Hani belki uyuya kalmış olabilirim diye insanlar dürtme ihtiyacı sezmiş. Tabii vizeden düşük alan arkadaşlar finale gelmiyor. Halbuki ben durumun vehametinin farkında bir 4. sınıf olarak, bir sınava ilk defa yarım saat erken gelmiştim. Vizem 70 olmasa belki o bilinç biraz daha düşebilirdi ya neyse. Her tarih sınavında olduğu gibi orta bahçe yine "Sosyoloji Bölüm Yemeği"ni andırıyordu. Her sınıftan, her renkten, her cinsten tarihten kalmış olan mağdurlar birbirleriyle not paylaşırken, ben de deneyim aktarımı yapıyordum. Sloganımız belliydi, "bu sefer geçiyoruz,"... Sınav kağıdı önüme geldiğinde önce bir süzdüm, sonra kafamı kaldırıp etrafıma baktım, sonra tekrar kağıda döndüm. Namaz gibi bir ritüel bu da her sınav yaparım. Arkadaş böyle sorular olmaz olsun ya! "Sivas Kongresi'ndeki bildiriyi imzalarken tereddüt eden aşağıdakilerden hangisidir ?". Ulan gözü mü seyirmiş, kaşı mı oynamış, nereden biliyorsun psikanaliz mi yaptın bre deyus! İnkılapla, inkılap olma Ulaş sen yap dedim. Yapmaya yaptım ama kestiremiyorum kaç alacağımı bir türlü. Sınavdan çıktım kimse üzülmüyor, "nasıl geçti?" diye soruyorum, "ha ha ha sıçtık" diyorlar gülerek. Lüks böyle bir şey işte, ikinci üçüncü sınıftayken lüksün oluyor, her gün sana bayram. "Oğlum istatistiği ne yaptın ?", "ha ha ha ben girmedim bile vizeye", "ee ne olcak ?", "seneye alırız ya...". Arkadaşlar "bıldır yediğimiz hurmalar bu yıl götümüzü tırmalar" haberiniz ola! İnkılapla alay olmaz, estauzübillah küfre kaçar.

4 Ocak 2011 Salı

Lucifer düşer...


Birileri baş kaldırmalıydı... herkes haykırırken o susamazdı. Yapılması gerekeni yaptı, kanatsız da yaşayabileceğini anladı. İnsanlara kadim gibi görünenlerin bir zamanlar sorgulanabilir olması gerçeğiyle yaşayamazdı. İnsanlar için baş kaldırdı, insanlar yüzünden lanetlendi. Tanrı onu iradeli yaratmış iradesiz gibi davranmasını istemişti. Bu yükün altında kalmaktansa Tanrısız kalmayı tercih etti...