29 Eylül 2010 Çarşamba

İhtiyacı Farklı Olmak

Bir köpek ile bir atın dost oldukları anlatılır. Köpek at için en iyi kemikleri saklar, at ise köpeğin önüne en yumuşak saman destelerini koyarmış ve böylece her biri diğerine elinden gelenin en iyisini yapmak isterken, neticede hiçbiri karnını doyuramazmış. Bu hikâye tam da, kendi evlerinden çıkamadıkları zaman, hala birbirlerinin en yakını olan insanlar, başta da farklı cinsiyetler arasındaki bir sefaleti yansıtır, kaldı ki az çok samimi olanlar arasında da geçerlidir. İnsana gayet genel bir bağlamda sunulandan -ki bu çoğunlukla da iyi bir niyetledir- fazla bir şey beklememek tabii ki oldukça işe yarar. Çünkü çoğu insanın saman destelerine, akşamına, Pazar gününe baktığımızda, hayatta nasıl kalabildiğine akıl erdiremeyiz.

ERNST BLOCH

26 Eylül 2010 Pazar

ikinci

peki ya, yapmaya çalıştığınız her şey onun için kötü bir tekrardan ibaretse?

24 Eylül 2010 Cuma

“Ne de olsa insan henüz bulunması gereken bir şeydir”


Burjuva sınıfının zaferinde, inşa temeli doğru olmadığında büyük sözlerin, bizzat insani içeriklerin ne demeye geldikleri görülür. Halbuki tam da proles [proleterler] aslında sınıf olmak istemeyen yegane sınıftır; sınıf olarak pek de muhteşem olduğunu iddia etmediği gibi, ki bunu zaten iddia da edemez, her tür prolet-kültü yanlıştır ve burjuvalardan sirayet etmiştir. Bu sınıfın tek iddiası, kendisi ortadan kaldırıldığında insana ait erzak dolabının anahtarını sunacağıdır, yoksa bu dolabı yanında taşıdığı veya hatta ve hatta o dolabın kendisi olduğu değil. İnsanlığını tümüyle yitirmesiyle tam da radikal bir tarzda, bugüne dek insanî hiçbir hayatın var olmadığını, bilakis her dâim, insanları bir yerden bir yere sürü gibi sürükleyegelen ve yamultan, hem köle ve lâkin sömürücülere de çeviren sadece iktisadi bir hayatın olageldiğini öğretir. Bundan sonra ne mi gelecekti? –en azından işin ucunda bir sömürücü yok; evet, hatta bundan da beteri vuku bulacak olsa bile, böylelikle her şey sıfırlanmış olacak ve özgür insanların neye kadir oldukları veya henüz olmadıkları gün gibi ortaya çıkacak.

ERNST BLOCH

16 Eylül 2010 Perşembe

Bir Yaz Gecesi Rüyası



Siyah adam saksofona bir nefes üflediğinde bütün orkestra aynı anda çalmaya başlamıştı. Durmadan dönüyordum ve kendi eksenim etrafımda dönüşümü tamamladığım her bir turda sanki bir ay geçiyordu. Hızla yapılar yükseliyor, bitkiler büyüyor, insanlar topraktan çıkıyormuşçasına etrafımda beliriyor, müzik devam ediyordu… Yavaşladım, yavaşladım, yavaşladım, ama hala dönüyordum. Gözlerimin önünde belli belirsiz görünen şeyler netleşiyordu… Sonunda durdum. Nerede olduğum hakkında hiçbir fikrim yoktu. Kafamı kaldırdığımda Güneş ile Ay yan yana gökyüzünde asılı duruyordu, ama hava ne gece ne de gündüzdü. Güneş’in denizin üzerinden batarken aldığı o kızılımsı renkteydi hava. Koskocaman Rayban Güneş gözlükleri dünyayla Güneş’in arasında bir yerlerde havada salınıyordu ve sanırım bundan ötürüdür ki Ay’la beraber havada bu rengi oluşturmuşlardı. Yerler ince taneli ve gevşek bir kum tabakasıyla kaplıydı, ancak ben hiç de kuma basıyormuşum gibi hissetmiyordum. Eğilip aşağı bakınca ayaklarımın altına serili olan kilimi fark ettim. Ayaklarımı kaldırdığımda gördüm ki Hoşgeldiniz yazıyordu. Ulan geldik de nereye hoş geldik. Tam bu esnada cüppe giymiş iki kişi kollarıma girdi. Hiçbir şey söylemeden beni sürüklüyorlardı. Hayır madem sürükleyeceksiniz ne diye hoş geldiniz yazdınız oraya. Beni Orkestranın arkasına doğru götürüyorlardı. Hal bu ki olay çıkartamayacak kadar yeni gelmiştim. Orkestraya yaklaştıkça grubu daha net görmeye, müziği daha net duymaya başladım. Sahnenin üzerinde büyük harflerle Cami Arena yazıyordu. Dönmeye başlamadan önce gördüğüm siyah adamın üzerinde nizami bir şekilde ütülenmiş beyaz bir gömlek ve altında mor kadife pantolonu vardı. Pantolonunun arkasından başlayıp omzunu aşarak göbeğinin iki yanından pantolonuna tutturulmuş mor bir askı takıyordu. Pirinç ya da altından olan saksafonunda el yazısıyla İsrafil yazılıydı. Net bir şekilde caz ezgileri çalan bu siyah adam sanki hiç nefes almadan çalmaya devam ediyordu. Hemen yanında boyu neredeyse 3 metre olan (abartmıyorum) kolumdakiler gibi cüppe giymiş soluk yüzlü, İskandinav tipli bir adam vardı. Orak şeklindeki elektro gitarında sanki çakıyla kazınmış gibi Azrail yazıyordu. Sahnedekiler hiç umurunda değilmiş gibi Death Metal çalıyordu. Azrail ve İsrafil’e göre sahnenin biraz daha ön kısmında şişman koca dudaklı siyah bir kadın vardı. Üzerinde kırmızı harfler ve iğrenç bir fontla How many people did you kill yazan, kaç beden bol olduğunu kestiremediğim kadar bol bir t-shirt, altındaysa kadının şişmanlığını gizlemek için elinden gelen her şeyi yapacağına ant içerek üretilmiş taşlı bir kot vardı. Elinde kocaman bir mikrofon Amerikan aksanıyla Rap söylüyordu. Boynundaki altın kolyede Cebr@il yazılıydı. Tanrım nasıl bir zevkin var gerçekten anlamadım. Artık öbür tarafta olduğuma dair hiçbir kuşkum kalmamıştı, ama hangi öbür taraf. Sahnenin tam arkasına geçmek üzereyken önümde iriyarı, kel, kulağında Ajan kulaklığı olan beyaz bir adam gördüm. Bol bir tamirci tulumu giyiyordu ve tulumunun sol köşesinde Mikail yazıyordu. Adam elleriyle ışık oyunları yapıyor ve sahneyi dumana boğuyordu. Sahnenin önünde hiç de benim gibi kollarından sürüklenmeyen bir sürü insan ellerindeki şarapları içerken müziğin tadını çıkarıyorlar gibi görünüyorlardı. Yoksa hepsi müziği beğenmedim diye miydi? Hemen dibimde duran bir adamın elindeki şaraba baktım. Komünyon yazıyordu. Birkaç saniye sonra (tabi burada hangi zaman işliyor bilmiyorum) sahnenin arka tarafına geçmiştim ve lanet olasıca müzik buraya daha az geliyordu. Önümde upuzun beyaz bir masa, üzerinde koskoca kitaplar ve listeler vardı. Kolumdaki cüppeli adamlara (ki güçlerinden adam diyorum şahsen daha ne bok olduklarını anlamadım) benzer adamlar oturuyordu. Arkada dev ekranda dönen bir tanıtım filmi termal otel reklamı kıvamında ne bokuna burada olduğumuzu anlatmaya çalışıyordu sanki. Komiktir ki Türkçe! Masaya gelmiştim. Kollarım serbest kalmıştı ve tam yanımdakilerin tipine bakacakken buharlaşıp yok olmuşlardı. Masada oturan cüppeli adımı sordu. Abdülkadir Onur Ulaş Dayı. Bir an duraksadı. Şu fantastik ortamda olmasam kesin bir espiri, bir komiklik yapma gereksinimi içine girerdi. “Daha isim yok muydu koyacak?”.En azından buradan yırtmıştım. “Mail adresin ?”. Ulan şimdi adama ne yapacaksınn anasını satayım diye sorsam sarıcizmelimemedaga@mancoloji.com desem oradan buradan bir yıldırım yerim diye tırsıp paşa paşa söyledim. ulasdayi@hotmail.com. “Mail’ın ruhikizi.com için gerekli, detaylar kitapta var”. Kitabımı aldım ve yalnız başıma uzaklaşmaya başladım. Ulan uzaklaşalım da nereye?. Allah’tan zahmet edip de oklarla sahnenin önüne geçilmesi gerektiğini belirtmişler. Sahnenin önüne geçtim ve o berbat müziğin sesi tekrar arttı. Tam sahnenin karşısında bir sürü bina vardı. Birine yaklaşmadan önce yere çöktüm ve kitabı açtım. Sayfanın sol üst köşesinde sırıtan, 20’li yaşlarında beyaz bir adam vardı. Mavi zemin üzerine beyaz harflerle yazılmış olan başlıkta “ruhikizi.com nedir?” yazıyordu. FAQ’la başlayan bir kitaptan ne beklenir ki! Hızlıca göz gezdirip ikinci sayfayı açtım. Bu sefer Vizyonumuz, Misyonumuz yazılı iki başlık ve hemen altında bir isim yazılıydı. Mark Zuckerberg. Kitap gittikçe çirkinleşiyordu ki arka sayfayı açtım. Kitabın sayfalarının rengi değişmişti. Saman sarısı kağıt üzerine el yazısıyla Kerim’in Kuralları yazılıydı. Künyesinde yayınlanmamış baskı yazıyordu. Daha da çirkinleşiyordu kitap. İki yüz sayfa kadar çevirdim sayfaları ve tekrar 1. hamur kağıda döndü. Kırmızı mürekkeple yazılmış bir ibare vardı. “Kitabın bundan sonraki bölümü sizin günahlarınızı ve sevaplarınızı ihtiva eder. Eğer Kerim’in Kuralları’na baktıktan sonra günah ve sevaplarınızdan itirazınız olan varsa goklerinefendisi0000@araf.com adresine kendi mail adresinizle birlikte bildiriniz”. Ulan desene Kuran-ı Kerim meğer Kural-ı Kerim’miş ha! Arkadaş madem ölyle kural koyacaksın ne diye yayınlamıyorsun, masraftan mı kaçıyorsun? Allah’tan kork! Allah’tan bu t-Araf’ta düşündüklerim ve yaptıklarım günah skor borduna işlemiyordu, yani bütün günahlar elimdeyse yeni günah ekleyemez heralde. Tekrar ilk sayfaya döndüm. Tonla günah ve savabımın sinirden delireceğim bir şekilde değerlendirmeye tabi tutulduğundan emin olduğumdan vakit kaybına gerek yoktu. Kuşkusuz ki Tanrı filozofların en büyüğüydü ve düşünmek taraf olmaksa benim her şekilde berteraf olacağım belliydi. Ruhikizi.com nedir? “Bu site kıyamet koptukltan hemen sonra siz tanrı kullarının fani hayatında hoşlandığı, aşık olduğu, sevip de söylemeyediği, arayıp da bulamadığı ruhları burada bulmanızı sağlar.”
“p.s:Sitemizde Gold üyelik uygulaması yoktur, sevap karşılığı sizi gold üye yapmak isteyenlere itimat etmeyiniz.
p.s2:Aslında Tanrı’nın bir zamanlar en sevgili kulu olan Muhammed hurilervenuriler.com adlı bir eskort sitesini, dünyada korsan ve yanlış olarak bastığı kiapta müjdelemiş ancak dinen caiz görülmemiştir. Bunun yerine dünyada Facebook sitesiyle tüm zamanların en çok sevabını kazanan Mark Zuckerberg’in ruhikizi.com projesi yapılmıştır.”
Son cümleyi okudum ve her yer sallanmaya başladı. Zaman yavaşlamış ve bütün nesneler havada asılı olarak kalmıştı. Ölceğimi hiç düşünmedim zira zaten ölü olmalıydım. Hava yavaş yavaş kararıyordu. Güneş’in önündeki Rayban gözlük bir anda güneşin önünden çekildi ve sıçradım. Uyanmıştım. Lanet olası o rüya gerçek olsaydı ne bok yerdim!.. Sırtüstü yattığım çadırıdmda karnımda ünlü ibrani yazar Şetnem Tarum’un çok satan Meleklerin Özü ve Dünyanın Tözü adlı kitabı vardı. Okurken sızmak, kitaptaki her şeyi beyninde harmanlıyor. Üç Kıçı açıkta kalma gücünde saçmalıyorsun…

13 Eylül 2010 Pazartesi

Evet evet


tanrı aşkı yarattığında çoğu insana yaramadı
tanrı köpekleri yarattığında köpeklere yaramadı
tanrı bitkileri yarattığında eh işte idare ederdi
tanrı nefreti yarattığında standart bir hizmete kavuştuk
tanrı beni yarattığında beni yaratmış oldu
tanrı maymunu yarattığında uyuyordu
zürafayı yarattığında sarhoştu
uyuşturucuları yarattığında kafası kıyaktı
ve intiharı yarattığında bunalımdaydı

senin yatakta uzanmış halini yarattığında
ne yaptığını biliyordu
sarhoştu ve kafası kıyaktı
ve sonra dağları ve denizi ve ateşi
aynı anda yarattı

bazı hataları oldu
ama senin yatakta uzanmış halini yarattığında
tüm Kutsal Evren'in üzerine boşaldı.

Charles Bukowski

11 Eylül 2010 Cumartesi

Tecrübe edilmiştir


Özünde iyi insandır demişlerdi

Zatıalinizin bir “özü” olduğunu bilmezdim

Gamsızca gamlanan, pişkince utanan

Üşümek yerine “soğuyan” siz

Ruhunuza kutsalı kendiniz üflediniz


Yalın olma halinizi ben hiç iyi görmedim

Issızlığınıza sırf bundan peri tozları serptim

Lakin siz “tecrübeye maruz kalmayı” seçtiniz

Düşük yaptınız bu yüzden, ölü doğdu düşleriniz

Islık çalarak eserdi oysa kaos rüzgarı değil mi

Zihninizin gebelik sancılarıydı hepsi, deneyimlendi.


Önemli not: Bu "şiir denemesi" kaybedilen bir langırt müsabakası nedeniyle ortaya çıkmıştır.

10 Eylül 2010 Cuma

yolda - otostop

En azından Dalaman tarihinde bir ilkim diye düşünüyordum havaalanından yürüyerek çıkarken. Sıcak, susuzluk ve yol tatile mükemmel başlamamı sağlamıştı. Sağ tarafımdan uçaklar iniyor, solumdan tur arabaları hızlı bir şekilde geçiyordu. Havaalanından çıkana kadar yürüdüm. Bir viraja geldiğimde araçların burada yavaşlayacağını düşünerek durdum ve çantamı çıkardım. Birkaç araba beni umursamadan geçtikten sonra yolcularını bırakmış bir tur arabası beni aldı ve merkeze kadar götürdü. Yolda teklif ettiği soğuk suyu geri çeviremezdim. Merkezde bir süre dolaştım Bir pidecide oturup bir şeyler yedim. –Kayıtlara geçsin diye söylüyorum: 2010 yazından Dalaman’da kuşbaşılı pide 3.5 lira-
Tekrar otostop çekmek için yola çıktığımda bir taksinin yanımda durdu ve penceresini açtı. “Hey, ben seni havaalanında görmüştüm bu sıcakta oradan beri yürüyor musun? Nereye gideceksin, gel götüreyim.” dedi. Taksiciye beni gördükten sonra birilerinin arabasına bindiğimi söyleyemedim. Atladım arabaya “Dalyan” dedim. Dalyan’a gidiyorum.

9 Eylül 2010 Perşembe

yolda - başlarken.

Her şey bir mucize ile başladı. O koskoca çadır, kamp çantasının alttaki küçücük gözüne nasıl sığdı? Bir yolculuk tanrısı varsa eğer şu an burada ve bana yardım ediyor olmalı. Çantamı kapattım matı ve uyku tulumunu çantanın altına sardım ve iki kişilik alınmış –nedenini sonra anlatırım- uçak biletinin tek kişilik yolcusu olarak sokağa çıktım.
Bir kentte yaşıyorsanız eğer hayatta kalabilmek için binlerce plan yapmalısınız. Kentten kurtulmak için de yıl boyunca böyle planlar yaparsınız. Güneye giden uçak biletlerini de böyle alengirli bir kurtuluş planı çerçevesinde almıştım. Her zaman olduğu gibi bu planlar da altüst olunca, bana kalan yola düşmek oldu.
Havaalanına geldiğimde cebimdeki beş dal cigaranın gerginliğiyle aramadan geçtim. Modern insan her şeyin sadece ambalajına bakıyor. Camel soft paketinin içindeki cigaralar X-ray’in bile dikkatini çekmedi ve içeri girdim. Uçağın kalkmasına daha yarım saat var, ortalıkta dolanıp kimin nereye gideceğine dair kendimce bir tahmin oyunu oynuyorum. Güneye gidecek olanlar gözlüklerinden ve parmak arası terliklerinden ötürü kolayca ayırt edilebiliyorlar. Vakit geliyor ve uçağa biniyorum. Bir saat sonra zamanın daha yavaş aktığı, insanların takım elbise giymediği bir evrende olacağım. Zamanda yolculuk yapmak gibi…
Klasik uçak gerginliklerini atlattıktan sonra Dalaman’da gözlerimi açıyorum. Havaalanından çıkana kadar bir şehre gelmiş sayılmazsınız. Bu havaalanı da İstanbul kokuyor. Kamp çantamı sırtlıyor, uçakta hangarda düşmüş olan çadır demirlerimi zar zor buluyor ve kapıdan dışarı çıkıyorum. Merkeze giden tek araç var ve o da benden otuz lira istiyor, şaka gibi. Biraz turluyorum belki birilerini karşılamaya gelmiş bir arabaya atlarım ümidiyle ama bir süre sonra ümitlerim boşa çıkıyor. Havaalanının bahçesindeki büfede çalışan bir çocuğu gözüme kestiriyorum ve gidip soruyorum: “Şehir merkezine en ucuz nasıl giderim?” Çocuk, gayet sakin bir şekilde bana dönüp şöyle bir sırtımdaki çantayı süzüyor ve gözlerimin içine bakarak bana tatile çıkma amacımı hatırlatan kelimeyi fısıldıyor:
“Otostop”.

7 Eylül 2010 Salı

sen, kötü düşlerin sevgiyle onarıldığı yerde uyursun.

kendini öteleme hali. ne istediğini bilememe durumu. sevişmek yetmiyor. kötü davranmak kâr etmiyor. kaçmak imkânsız. nerede nasıl duracağım?
ben bile bilmiyorum.

O'nu unutmak susmayı gerektirir.


Yalnız insan en az iki kişidir. Yalın insan ise tek olmayı becerebilmiştir. Yalınlık hali, yalnızlık halinden daha durgundur, sessizdir, tektir. Yalnızlık ötekilere rağmen/ötekilerle birlikte var olur. Yalınlık ise tek başına vardır. Sadece kendisiyle...


çadır kafası.


Doğa, kent insanını tatmin edemeyecek kadar yavaş sürdürüyor hayatını.