2 Kasım 2010 Salı

Kafedemide Bir Öğle Yemeği

Duvarın dibine istiflenmiş piyanonun inatla yıllardır saklı tuttuğu öykünmelerin çatalı sol bıçağı sağ elimizle tutmamız gerektiğini kafamıza çaldığı o yemekhanede, 30’dan önce doğanların bize doğrulttukları bakışlarını gizlemek kibarlığını bile göstermeksizin “aydınlanmayı biraz fazla mı kaçırdık acaba” sorusunun muhtemel yanıtlarını paslı dimağlarında aramaya başladığı o öğle vakti, nedense o öğle vakti, en son ergenlik dönemimde hissettiğim ilginç bir güvensizlik duygusuyla aynaya bakmak istedim. Bu türden hissiyatlar son zamanlar hayatımda fazlasıyla nadide bir hale geldi doğrusu. Bunun yarattığı hazza yenik düşerek yerimden doğrulduğum anda kulağımda uğuldamaya başlayan gayri samimi -ve oldukça da resmi- sohbetlerin gürültüsü, ne türden bir çılgınlığın içerisinde ziftlendiğimi şu biçare beynime haykırmaya başlamıştı.

Yürüdüm, ayaklarım sahte kahkahalara takılıyordu, yere düşüyordum ve birdenbire bütün kafedemisyenler masalarda bulunan tabaklarla beni recme yelteniyordu. Her taraftan üzerime doğru uçuşan tabakların korkusu ayağa kalkıp kaçmamı engellemişti, hazırlıksız yakalanmıştım. Tüm yemekhaneyi kahkahalar sarmıştı, çılgınlar gibi eğleniyorlardı, hatta 30’dan önce doğanlardan biri koşarak piyanonun başına geçip Onuncu Yıl Marşı’nı çalmaya başlamıştı ve ben yerden kalkamıyordum. Ne yapacağımı bilmeksizin yerde uğunurken aralarından bir tanesi ortaya çıkıp “aranızda aç olan var mı?” diye bağırdı. -İtiraf etmek gerekirse ilk başta bu cümlenin entel bir yamyamlık ritüeliyle sonuçlanacağını düşünüyordum fakat öyle olmadı.- Adam sorusunu tekrarladı: “Aranızda aç olan var mı? Aç olan varsa ilk tabağı o fırlatsın!” Sonra başka bir tanesi ortaya atladı ve dedi ki: “Benim açlıkla ilgili çalışmalarım var, hiç aç kalmadım ama açlıkla ilgili bir sürü makalem var. İlk tabağı atmak bana düşer.”

İlginçtir, lavaboların bulunduğu holde istiflenmiş koltuklarda hep aynı simalara rastlarsınız. Ellerinizi yıkarken hep aynı sohbetleri dinlersiniz: Bilmem kimin doçentlik jürisinde problem çıkmış, inadına yapmışlar, bunun nedeni o kimsenin ilerici ve aydın bir insan olmasıymış ve kafedemi gericilere kalırsa sonunda gericiler hepimizin başını kapatırmış. Yine bu sohbetlerden birisini dinlemeye koyulmuş sakallarımın kendi kaderini tayin hakkı olup olmadığına karar vermeye çalışıyordum ki birden 30’dan önce doğanlardan birisi içeri girdi ve her zamanki selamsızlıkla ellerini yıkamaya koyuldu. Tek parti döneminde üniversitelerdeki bütün kürsülerde “RES-101 Uygar Kayıtsızlık” dersleri verilmiş olmalı, aksi takdirde eski kuşak kafedemisyenler bu konuda asla bu kadar başarılı olamazlardı. Neyse ki birden ilahi adalet tecelli etti ve benim oradaki varlığım inkâr edilemez bir hal aldı: Yaşlı kadın ellerini yıkarken kolyesini ayaklarımın dibine düşürdü. Eğilerek almak zorundaydı, başka yolu yoktu, bunu benden rica etmezdi. Bense bunun ne pahasına olursa olsun kaçırılmaz bir fırsat olduğunu düşünerek ellerimi kurulama işini birkaç saniye daha uzatmaya karar verdim. Normal şartlar altında olması gereken şudur: Kadın eğilir, kolyesini yerden alır, tam doğrulduğu anda göz göze gelir ve gülümsersiniz. Bazen bu tür aksiliklere dair esprili cümleler de eklenir ve durum sıradanlaştırılır. Fakat öyle olmadı, kadın eğilmedi, kolyesini yerden almadı, gülümsemedi, espri de yapmadı, bunun yerine lavabodan çıkmayı tercih etti. Hemen ardından ben de lavabodan çıktım, adımlarını takip ederek yerime ulaşmaya çabalarken kadının düşürdüğü kolyesini alması için bir asistanını lavaboya yolladığını fark ettim.

Masaya tekrar oturduğumda öğle yemeklerimi bir tür tahkiye enjeksiyonuna çeviren Kurtalan Hoca her zamanki yerini almıştı. Kurtalan hoca enteresan adamdı, diğerlerine benzemezdi, kafedemisyenleri sürekli eleştirir, kimsenin ağza almaya cesaret edemediği kelamları eder, bunun kefaretini de öderdi. Severdim bu adamı, dinlemeye değerdi. Beni görür görmez “oğlum Cahit” dedi, “bu kafedemisyenler kenar mahalle dilberleri gibidir. Laf olacak söz olacak diye çok korkarlar, ama bir taraftan da hep kırıtarak yol alırlar” diye başladı ve yaklaşık yarım saat boyunca ilki 1956’da geçen ve birbirini takip eden bir sürü hikâye anlattı. Sonunda sadede geldi, gözlerini kıstı, gözlüğünü düzeltti: “Bak oğlum etrafına, gör, kilometrelerce unvanı olan insanlar ne halt ediyormuş? Peşlerinde asistan ordularıyla yürürken kendilerini önemli hissedenlere bak! Yemeğini bitir evlat, aptal bir idari görev için birbirlerini yiyenlerle aynı sofradasın. Yalnız unutma, lokmaları yutarken otorite karşıtı edalara da bürünmelisin ki inandırıcı olasın”.

...

Yemeği yarıda bırakarak bahçeye çıkmaya karar verdim çünkü Kurtalan Hoca’nın sözlerinin ardından yemek yediğim tabakta makarna yerine küçük kurtçuklar görmeye başlamıştım. Hele iki sene öncesinde öğretim üyelerinin diğer personellerle aynı yemekhanede yemekten rahatsız olarak çıkardıkları olaylara dair hikâyeler fazlasıyla asabımı bozmuştu. Yalnız kalabileceğim bir köşeye geçip sigaramı yaktım. Kendi kendimi “oğlum Cahit, yolu yok çekeceksin, kaderin bu” gibisinden filmlerden aparma motivasyon sözcükleriyle ikna etmeye çalıştığım sırada, nedense tam o sırada, bahçede bir gürültü koptu: “Yaşasın yemekhane direnişimiz”.

Öğrenciler hep bir ağızdan sloganlar atmaya başlamıştı. Kafedemisyenlerin sürekli aşağılayarak derslerde yaptıkları aptallıkları anlattığı öğrenciler, maaşlarını alamayan yemekhane işçileri için eyleme geçmişti. Her gün sabahın köründe okula gelerek astıkları pankartları güvenlik görevlileri tarafından sökülmesinler diye her akşam topluyorlar, gelecek karartan zabıtlar tutan idarecilerin, kameraların ve daha da ötesi 30’dan önce doğanların aşağılayıcı bakışları altında çekinmeden işçilerin haklarını koruyorlardı. Sonra sıradan şeyler oldu; polis takviyesi, uyarılar, gaz bombaları, çatışmalar ve sonunda polisler öğrencileri gözaltına aldı. Bunlar gerçekleşirken kafedemisyenlerden bir tanesi bile ortalıkta yoktu. Özgürlük edebiyatı, ilerici bakışlar, kocaman cümleler ve gerçekte puan almak için yazıldığı halde ilginç bir şekilde işçi sınıfından bahseden makaleler yoktu. Odalarına çekilmişlerdi. Elbette ki öğrencilik döneminden beri uyguladıkları, sürekli önemli bir öğüt olarak dinledikleri ve sürekli başkalarına öğütledikleri, hatta kafedemisyen olmalarını borçlu oldukları o temel ilkeyi uyguluyorlardı: “Olaylara karışma”.

Çok kızgındım. Kocaman cümlelerle yapılan konuşmalar aklıma geldiğinde böylesine görgüsüzce bir görmezden gelmenin nasıl mümkün olabileceğine şaşıyordum. Nefretimi kusabileceğim birilerini arıyordum, bir kafedemisyen mesela. Fakat nedendir bilmem tam o sırada yeniden en son ergenlik dönemimde hissettiğim ilginç bir güvensizlik duygusuyla aynaya bakmak istedim. Bu sefer ayaklarım hiçbir şeye takılmadı, bu sefer lavaboların olduğu koridor boştu. Bu sefer sakallarıma ilişkin kaygılarım ortadan kalkmıştı. Aynayı silen bir görevli dışında hiç kimse yoktu. Aynaya baktım ve o sırada fark ettim ki ben de aslında aynı şeyi yapıyordum. Aynı ilkeyi farkında olmaksızın hayatıma yerleştirmiştim. Tüm o şeyler gerçekleşirken benim tek yaptığım olaylara karışmamak olmuştu.

Tüm o şeyler gerçekleşirken; aslında öğrencilerin yanına gitmek istedim. Aklıma aileme bakmak zorunda olduğum geldi, yine de onlara doğru yürüdüm. Aklıma borçlarım, ödenmemiş faturalarım, banka kredilerim geldi, yürümeye devam ettim. Aklıma kafedemik kariyerim, içinde olduğum projeler, hafta içi teslim etmem gereken makale geldi, yine de yürümeye devam ettim. Sonunda birden aklıma o akşam buluşmak için sözleştiğim kadın geldi, durdum. Düşündüm. “Oğlum Cahit” dedim, “yolu yok çekeceksin, kaderin böyle” ve benzeri…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder