21 Kasım 2010 Pazar

Yemek Sırasındaki Günahsız Cyborg (3)


Tanrım neden okuduğum her bir Rus romanının acısını rüyamda bir şeyler betimleterek çıkarıyorsun? Bak cidden bıraktım bu işleri, Rus’u değil de edebiyatını . Rus benim için betimleme değil artık, senin zaten betimlediğin bedenler. “Evrensel güzel”in tanımı. Hayır anlıyorum bu işte iyisin, ama fazlasını bekleme benden. Sadece artık takdirimi okuyarak sunmuyorum. Anla be Tanrım işte! Biraz azgınım bu ara… Tatil üzerime geliyor, o geldikçe ben birilerinin üzerine çıkıyorum. Sevmiyorum tatili! Kamusal insandan, cinsi(e)l varlık olan insana geçiyormuşum gibi oluyor. Ye, iç, seviş, yat! Ha eğer mutlu olacaksan araya "dua et" de ekleyebilirim. Kafamda dolaşan tüm tilkiler gidecek bir kürkçü dükkanı bulamadan yok oluveriyor. Tilkisiz ben ne işe yararım Tanrım! İnsanların, kafalarına sokacak günah bulmadan ne işe yararım ben! İş benim günahlarımda değil anla işte! Keşke öyle olsa, bir “sen”, bir ben, bir de günahlarım. Artık devir değişti, ben ve benim gibi koyunların asılırken kendi bacağından başka bacakları da üstlenmesi gerekiyor. Ne güzel eskiden herkes ate ate dolaşırdı etrafta. O günleri özlemiyor muyum sanıyorsun? Yani özlesem de o günlerde ne iş yapardım bilmiyorum ama gene de özlüyorum. Belki doktor olurdum ha? Ya da avukat. Şimdiki avukatlık gibi değil ama hani şu idealleri olanlar vardı ya... Bir sürü dizileri bile vardı. Şimdininki ise sadece boktan bir filme sahip “Şeytan’ın Avukatı”. Öyle olmak istemem. Yani istemezdim, şimdi isterim tabii maaşı çok iyi. Nifakçı olmaktan iyidir. Bir defa nifakçı olunca sırf pirimle çalışıyorsun, adın sanın bilinmiyor, teşekkür etmelerini geçtim küfür bile etmiyorlar. Hayır ben de bordrom dışında bir tepki görmek istiyorum ölmeden önce Tanrım!.. Öbür tarafta beni nelerin beklediğini bilmiyorum, ama hiçlik olmadığını bilmem güzel bir şey. Tanışaçak mıyız ki? Neyse…



Bugün farklı olacak inanıyorum “it’s a new dawn… it’s a new day for me… and i’m feeling good” değil mi Nina Simone. Kumandayı elime aldım ve otel odasındaki dev ekrana elektrik akışını gönderip hayat verecek olan sanal Tanrıya, kumandaya dokundum. Yaşasın! Sadece sabah kahvaltısını kaçıracak kadar geç, öğle haberlerini yakalayacak kadar erken kalkmıştım. CERN’deki bilim adamları tüm ülkelerdeki Tanrı Bakanlıkları ve özel Günah Alma şirketleri hakkında konuşuyordu. İyi ki varlığın ispatlandı Tanrım! Gözlüklü ve top sakallı İsviçreli, Tanrı'nın varlığının ispatlanmasının ardından kurulan bakanlıkların ve günah alma şirketlerinin çok fazla arttığından yakınıyor, bunların belirli kurallara bağlanması gerektiği konusunda uyarılarda bulunuyordu. Çünkü günahları devraldıklarını söyleyip sonradan tövbekar olan bir sürü güvenilmez şirket vardı. O kadar para ödeyip günahının boynunda asılı kalmasını kimse istemez. Artık her alanda rahipler, imamlar, hahamlar gibi din adamları denetçilik yapıyorlardı. Bir zamanlar din karanlık dünyanın tek hükümdarıydı. Şimdi ise dünyanın daha aydınlık bir yer olması için tek ışık kaynağı. Eskiden CEO'lar şirketlerin geleceklerini belirlerdi. Şimdi ise çalışanlarının işleyebilecekleri günahları engellemeye, işlerlerse de kurtulmalarını sağlamaya çalışıyorlar. Her şirket sahibi günahkar çalıştırmanın getireceği günahtan korkup, çalışanlarının günahlarını aylık olarak devrettiriyordu. The Sins tam da bu amaca hizmet için kurulmuştu. The Sins since 2012. Büyük şirketlerin çalışanlarının günahlarını ve onlara iliştirilmiş tomarla parayı devralmak bizim işimizdi. "Günah bizim işimiz!.. Birini mi öldürdünüz, eşinizi mi aldattınız, patronunuzdan mı çalıyorsunuz, korkmayın sizin cennettekilerden bir eksiğiniz yok! Fazlanız var! Gelin alalım."



Odadan çıkıp öğle yemeği için aşağı kata iniyordum. Burada da iş düşünmek istemiyorum artık, hele günah hakkında bir şey konuşmak hiç istemiyorum. Ya da insanların benim ne iş yaptıklarımı öğrendiklerinde bana acıyarak bakmalarını istemiyordum, bilmiyorum... Kabuslarım... Rahat bırakmıyor beni. Kabusu görmek mi yoksa yaşamak mı daha çok beni korkutuyor bilmiyorum. Sanki yaşasam bir yerinden başlamış olurum, ama görmek ve tedirgin olmak beynimdeki tüm nöronları itinayla kemiriyor... Ama sözümü tutacağım bugün yeni bir gün olacak. Yeni bir gün doğmayacak tabii, ama doğmuş olan güneşe hakkını vereceğim. Bin dört yüz kırk dakika özen...


Açık büfenin önünde her bir zıkkım için küçük kuyrukçuklar var. Yağa boğulmuş et yemekleri, zeytinyağlılar, deniz mahsulleri, vejetaryen menüler, diyet menüler... Hepsinin de önünde farklı tipler bekliyor, hayır yani 10 metre öteden yaklaşmakta olan bir X şahsının hangi sıraya kilitlendiğini ve ne yemek istediğini görememek körlük olur. Ben mi? Ben yemek ayırt etmem, yani edemem aslında. Her damak tadının uyduğu fix günah listeleri var çünkü ve bana hangi tipten birinin görev yazıldığını seçme şansım yok… Mesela şu pirzola kuyruğu önünde bekleyen sandaletin üzerine çorap giyen, omuzlarının üzerinden aşırdığı çapraz askılar t-shirtünü kapatmaya yetmemiş olan, ekose şortlu adam. Kısaca bir patron, kısaca para babası, kısaca öküz! Sekreteriyle yatması için benim çaba sarf etmeme gerek kalmayan adam. Karısının her Perşembe konkene diye gidip kocasının altında çalışan müdür yardımcısının altına girerek, enteresan bir emir komuta zinciri yaratan bir eşe sahip olan maktul aynı zamanda. Diyalektiğin seksi! Günahların taşması, coşkuların boşalması… Böyle adamlar için yaratıcı olmak gerekmiyor.


Şişman adamın arkasında bekledim ve yemeğimi aldım. Adam oturacağı masaya doğru yürürken tahminlerimin kesinliğinden bir kez daha emin olmuştum. O afet-i devran, o sarısın bomba bacak bacak üstüne atmış slim Parlement’inden bir nefes çekerken elindeki telefonda gizli kapaklı işler çeviriyordu. Kocası yaklaşırken çantasına attı telefonu. Aman beni ilgilendirm… Cümlemi tamamlayamadım. Tabağımı alıp tabelası ve ışığı olmayan sıradan, U dönüş yapmaya çalıştım. Omzumun temas ettiği kadını görünce yaşadığım kısa devreden dolayı kendimden tiksindim. Bir an için her şeyden tiksindim. Lanet olsun ne işi var burada! Bu bir mantık hatası, bu bir “error”. Bu kuyruk ona göre değil ki! İşlemiş olabileceği günahlar hakkında hiçbir fikrim olmayan bir Cyborg var karşımda.
-“Pardon geçecek misiniz?”
-“Kısmet olursa neden olmasın,”
-“Anlayamadım ne kısmet olursa,”
-“Yani bir sen, bir ben bir de güna… Şey canım yani geçeceğim evet. Pardon beklettim,”
-“Deli mi ne ya!”


Evet Tanrım dünyayı ne kadar zamanda yarattığını anladım! Gerçekten. Anlamakla kalmadım hatta deneyle kanıtladım, gözlemle onayladım. Parçacık hızlandırıcı başucumdaydı onu gördüm.
Tüm atomlarım birbirine çarpıp Tanrı’ya şıh koşmuştu. Bir ben vardı bir de içimde yeni doğan ben!.. Biliyordum bugün başka bir gündü! Tüm kalbimle inanmıştım! Kasıklarıma bir Rus dışında bir dişi kan yürütmüştü, hem de istemsiz bir beyaz kas gibi çaba sarf etmeme ihtiyaç duymadan. Ancak volkan yine de St. Petersburg ya da Moskova’da ikamet eden bir kadının kısmeti olacaktı. Daha zahmetsiz, daha stressiz, daha duygusuz, daha rasyonel, az cezp edici ve optimum yararlı. İsimsiz Cyborg şimdilik önceliğim değil. Vücudumdaki her hormonun darbe yapmasına izin verseydim eski solculardan ne farkım kalırdı. Tanrı korusun! Korursun değil mi Tanrım?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder