25 Haziran 2012 Pazartesi

Blame It On Sibel Can


İlk intihar mektubunu 11 yaşında yazmış biri için, bu zamana kadar oldukça iyi idare ettiğimi düşünüyorum. Doğum günü, yaz tatiline denk gelen orta halli aile çocukları bilir; özellikle çocukken, öyle hafızanızda hep yer edecek, hayatınız boyunca unutamayacağınız doğum günleri yaşamak falan pek olası değildir. Çünkü tanıdığınız herkes tatildedir; kimi yazlığına, kimi köyüne, kimi halasına, teyzesine gitmiştir. Bizler için, doğum günü; aile arasında kesilen bir yaş pasta, anne babadan alınan klasik hediyeler, battal boy bir kola şişesi ve mumları üflerken çekilen bir fotoğraftan ibarettir. 

11. doğum günümde de yine her zamanki ekip, gereğinden fazla uzun yemek masasının bir ucunda toplanmış; heyecanla, dileğimi tutup, mumları üflememi bekliyordu. Aslında, “Hiç komik olmayan bir komedi filmini, ‘bakalım bu sefer güldürebilecek mi’ diye tekrar tekrar izlemek ne kadar anlamsızsa;  ‘bakalım bu sefer eğlenecek mi’ diye yapılan bu doğum günü partileri de o kadar anlamsız.” demek geliyordu içimden fakat annem fazlasıyla duygusal bir kadındı ve kardeşim mumları üflemek için, her zaman olduğu gibi, yine benden daha hevesli görünüyordu. Mutlu aile tablosundaki yerimi alıp, ritüelin bana düşen kısmını gerçekleştirmekten başka bir seçeneğim yoktu yani. Tam bir görev bilinciyle, pastaya doğru ilerleyip, mumları üflerken, eşzamanlı olarak patlayan flaşa doğru zoraki sırıtıp, kola-pasta ikilisini saniyeler içinde mideye indirdim. Bir doğum günü işkencesini daha böylece geride bırakmıştım işte. Derken, gözüm babamın içki dolabına ilişti, dolabın en uç köşesine özensizce bırakılmış yarım şişe viski, davetkar bir tavırla bana göz kırpıyordu adeta. O an, hayatımın ilk ‘after-party’sinin fazla uzakta olmadığını anladım. Kaşla göz arasında, şişeyi, annemin bana aldığı, geçen seneki doğum günü hediyemin bir üst modeli olan fakat ne hikmetse bana geçen seneki modelin ve hatta ondan önceki modellerin tıpa tıp aynısıymış gibi görünen Action Man figürünün kutusuna sıkıştırıvermiştim bile.

O viskiden, 4-5 yudum alabilmiştim belki ama beni çarpmaya yetmişti. Zaten şişede viski değil, şeftali suyu bile olsa, sarhoş olacaktım o gece. Çünkü oldukça iyi bir gözlemciydim ve Levent Kırca, her allahın günü, sarhoş karakterleri canlandırıyordu. Bu sayede olacak ki, daha viski şişesini elime almadan, yalpalamaya başlamıştım; şişeyi kafama diker dikmez de, çözümün aslında ne kadar basit olduğu kafama dank etmişti. Böyle bir hayatı istemiyordum ve yenisine başlamak için tek şansım da, bu hayata bir son vermekti. Fakat önce bir mektup yazmalıydım. Çünkü biliyordum ki, mektup intiharın yarısıdır; her intihar, arkasında bırakılan mektupla hatırlanır. Benimki de hatırlanmalıydı, hatırlanmalıydı ki; bir daha hiçbir çocuk, 11. yaş gününde yalnız kalmasın.

Elime geçen ilk defterden, devasa bir sayfa kopardım. Mektuba nasıl başlayacağım konusunda kafa patlatırken, önümdeki anormal büyüklükteki kağıdı, bir türlü sabit tutamadığımı fark ettim. Kağıt dönüyordu, duvarlar dönüyordu ve lanet olasıca kalemimi bir türlü bulamıyordum. Bir süre debelendikten sonra, sandalyemden destek alarak ayağa kalkıp, dönen duvarlara tutunarak, koridorun diğer ucundaki, kız kardeşimin odasına kadar düşe kalka ilerledim. Kapıyı vurmadan odasına girdiğim için söylenmekle meşgul olan kardeşimden, bir kalem istedim. 1. sınıfa yeni başlayacaktı, çekmeceler dolusu kalemi olmalıydı fakat bir tanesini bile vermemekte diretiyordu. Tek duyduğum ‘babama söyleyeceğim’di. ’Kalem’ dedim ısrarla, ‘kalem!’. O ise ‘kan mı’ diyordu, ‘ne kanı?’. ‘Beni korkutmaya çalışıyorsun, annemi çağırırım! Söylerim!’. O an anlamıştım, iyi bir gözlemci olmanın yanında, taklit yeteneğim de fena değildi. Olacak O Kadar sarhoşları kadar anlaşılmaz konuşuyordum demek. Kardeşimin masasında gözüme kestirdiğim ilk kalemi alıp, çığlıkları arkamda bırakarak çıktım odasından. Duvarlar biraz sakinleşmiş gibiydi fakat başım fena zonkluyordu. Odama girip, kapıyı arkamdan kilitlediğimde, belki de hayatımda ilk kez, huzurla dolduğumu hissettim,. Bitiyordu işte, kurtuluyordum! Daha kendimi nasıl öldüreceğime dahi karar verememiştim fakat gözlerim kapanmaya başlamıştı bile. Bu kadar çabuk ve kolay olacağına inanamıyordum.

Sandalyeye kendimi bırakıp, kağıdı önüme çektim ve ‘Hepinizden’ diye başladım, ‘nefret edi…” duraksadım; bir gariplik vardı. Kağıt mı parlıyor? Yazı mı? Boyum kadar kağıdı evirdim, çevirdim, bir gariplik bulamayınca, bunun, sarhoş aklımın bana oynadığı bir oyun olduğunu düşünerek devam etmeye karar verdim. Tekrar kaleme uzandığımda, elimdeki parıltıları fark ettim ve işte o an 11 yıllık hayatımdaki en büyük hayal kırıklığını yaşadım. İntihar mektubumu pembe ve simli bir kalemle yazıyordum! Gerçek olmadığına kendimi inandırabilmek için, çaresizce, göz ucuyla kağıda doğru tekrar baktım; evet, pembe simli bir kalemin bıraktığı izleri seçebiliyordum ve dahası da vardı; mektubumu, arkasında ‘Ilgaz Anadolu’nun Sen Yüce Bir Dağısın’ notalarının yazılı olduğu bir müzik defteri sayfasına yazıyordum! Yıllardır yeterince acı çekmemişim, insanları kendime yeterince güldürmemişim gibi, öldükten sonra da kahkahaları peşimi bırakmayacaktı demek. Buna izin veremezdim! Hala, şaşkınlıkla elimde tuttuğum kalemi,  hınçla odamın kapısına fırlattım; kalemin tüpü patlamış, saçılan mürekkep ve sim, kapımın arkasında adeta bir Sibel Can silüeti oluşturmuştu. Çıldıracak gibiydim. Sandalyemi devirerek, hızla kapıya koşup, tüm gücümle Sibel Can’a vurmaya başladım. Sanki tüm olanlar onun suçuymuşçasına, yumrukluyordum suratını. Doğum günümün yaz tatiline denk gelmesi, kutlamaya yine kimsenin gelmemesi, pastamda yalnızca 6 mum olması, tek seferde bütün mumları söndüremediğim için, dileğimin –biraz mürekkep yalamış her çocuk gibi, sonraki hayatımı, bir martı olarak yaşamayı dilemiştim-  gerçekleşmeyecek olması… Hepsi onun yüzündendi ve bunu onun yanına bırakmayacaktım. Her yumruğumda, birbirinin aynısı onlarca şarkısından biri geliyordu aklıma, sakinleşemiyordum. Çok sonra, artık ellerim sızlamaya başladığında, geri çekilip, ağlayarak yatağıma bıraktım kendimi, sızmışım.

Uyandığımda, viski şişesi gitmiş, odadaki dağınıklık gelişigüzel bir şekilde toparlanmış, üzerinde hala simlerin parıldadığı intihar mektubumun arkasına, ‘Ilgaz’dan kalan boşluğa, dün gece bir türlü bulamadığım, allahın cezası yumurtlayan kalemimle; ‘Bu evde pazar sabahları ailece kahvaltı edilir.’ yazılmıştı. ‘Ayrıca viski çocuklar için değildir!’.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder