İlk intihar mektubunu 11 yaşında yazmış biri için, bu zamana kadar
oldukça iyi idare ettiğimi düşünüyorum. Doğum günü, yaz tatiline denk gelen
orta halli aile çocukları bilir; özellikle çocukken, öyle hafızanızda hep yer
edecek, hayatınız boyunca unutamayacağınız doğum günleri yaşamak falan pek
olası değildir. Çünkü tanıdığınız herkes tatildedir; kimi yazlığına, kimi
köyüne, kimi halasına, teyzesine gitmiştir. Bizler için, doğum günü; aile
arasında kesilen bir yaş pasta, anne babadan alınan klasik hediyeler, battal
boy bir kola şişesi ve mumları üflerken çekilen bir fotoğraftan
ibarettir.
11. doğum günümde de yine her zamanki ekip, gereğinden fazla uzun yemek
masasının bir ucunda toplanmış; heyecanla, dileğimi tutup, mumları üflememi bekliyordu.
Aslında, “Hiç komik olmayan bir komedi filmini, ‘bakalım bu sefer
güldürebilecek mi’ diye tekrar tekrar izlemek ne kadar anlamsızsa;
‘bakalım bu sefer eğlenecek mi’ diye yapılan bu doğum günü partileri de o
kadar anlamsız.” demek geliyordu içimden fakat annem fazlasıyla duygusal bir
kadındı ve kardeşim mumları üflemek için, her zaman olduğu gibi, yine benden
daha hevesli görünüyordu. Mutlu aile tablosundaki yerimi alıp, ritüelin bana
düşen kısmını gerçekleştirmekten başka bir seçeneğim yoktu yani. Tam bir görev
bilinciyle, pastaya doğru ilerleyip, mumları üflerken, eşzamanlı olarak
patlayan flaşa doğru zoraki sırıtıp, kola-pasta ikilisini saniyeler içinde
mideye indirdim. Bir doğum günü işkencesini daha böylece geride bırakmıştım
işte. Derken, gözüm babamın içki dolabına ilişti, dolabın en uç köşesine
özensizce bırakılmış yarım şişe viski, davetkar bir tavırla bana göz kırpıyordu
adeta. O an, hayatımın ilk ‘after-party’sinin fazla uzakta olmadığını anladım.
Kaşla göz arasında, şişeyi, annemin bana aldığı, geçen seneki doğum günü
hediyemin bir üst modeli olan fakat ne hikmetse bana geçen seneki modelin ve
hatta ondan önceki modellerin tıpa tıp aynısıymış gibi görünen Action Man
figürünün kutusuna sıkıştırıvermiştim bile.
O viskiden, 4-5 yudum alabilmiştim belki ama beni çarpmaya yetmişti.
Zaten şişede viski değil, şeftali suyu bile olsa, sarhoş olacaktım o gece.
Çünkü oldukça iyi bir gözlemciydim ve Levent Kırca, her allahın günü, sarhoş
karakterleri canlandırıyordu. Bu sayede olacak ki, daha viski şişesini elime
almadan, yalpalamaya başlamıştım; şişeyi kafama diker dikmez de, çözümün
aslında ne kadar basit olduğu kafama dank etmişti. Böyle bir hayatı
istemiyordum ve yenisine başlamak için tek şansım da, bu hayata bir son
vermekti. Fakat önce bir mektup yazmalıydım. Çünkü biliyordum ki, mektup
intiharın yarısıdır; her intihar, arkasında bırakılan mektupla hatırlanır.
Benimki de hatırlanmalıydı, hatırlanmalıydı ki; bir daha hiçbir çocuk, 11. yaş
gününde yalnız kalmasın.
Elime geçen ilk defterden, devasa bir sayfa kopardım. Mektuba nasıl
başlayacağım konusunda kafa patlatırken, önümdeki anormal büyüklükteki kağıdı,
bir türlü sabit tutamadığımı fark ettim. Kağıt dönüyordu, duvarlar dönüyordu ve
lanet olasıca kalemimi bir türlü bulamıyordum. Bir süre debelendikten sonra,
sandalyemden destek alarak ayağa kalkıp, dönen duvarlara tutunarak, koridorun
diğer ucundaki, kız kardeşimin odasına kadar düşe kalka ilerledim. Kapıyı
vurmadan odasına girdiğim için söylenmekle meşgul olan kardeşimden, bir kalem
istedim. 1. sınıfa yeni başlayacaktı, çekmeceler dolusu kalemi olmalıydı fakat
bir tanesini bile vermemekte diretiyordu. Tek duyduğum ‘babama söyleyeceğim’di.
’Kalem’ dedim ısrarla, ‘kalem!’. O ise ‘kan mı’ diyordu, ‘ne kanı?’. ‘Beni
korkutmaya çalışıyorsun, annemi çağırırım! Söylerim!’. O an anlamıştım, iyi bir
gözlemci olmanın yanında, taklit yeteneğim de fena değildi. Olacak O Kadar
sarhoşları kadar anlaşılmaz konuşuyordum demek. Kardeşimin masasında gözüme
kestirdiğim ilk kalemi alıp, çığlıkları arkamda bırakarak çıktım odasından.
Duvarlar biraz sakinleşmiş gibiydi fakat başım fena zonkluyordu. Odama girip,
kapıyı arkamdan kilitlediğimde, belki de hayatımda ilk kez, huzurla dolduğumu
hissettim,. Bitiyordu işte, kurtuluyordum! Daha kendimi nasıl öldüreceğime dahi
karar verememiştim fakat gözlerim kapanmaya başlamıştı bile. Bu kadar çabuk ve
kolay olacağına inanamıyordum.
Sandalyeye kendimi bırakıp, kağıdı önüme çektim ve ‘Hepinizden’ diye
başladım, ‘nefret edi…” duraksadım; bir gariplik vardı. Kağıt mı parlıyor? Yazı
mı? Boyum kadar kağıdı evirdim, çevirdim, bir gariplik bulamayınca, bunun,
sarhoş aklımın bana oynadığı bir oyun olduğunu düşünerek devam etmeye karar
verdim. Tekrar kaleme uzandığımda, elimdeki parıltıları fark ettim ve işte o an
11 yıllık hayatımdaki en büyük hayal kırıklığını yaşadım. İntihar mektubumu
pembe ve simli bir kalemle yazıyordum! Gerçek olmadığına kendimi inandırabilmek
için, çaresizce, göz ucuyla kağıda doğru tekrar baktım; evet, pembe simli bir
kalemin bıraktığı izleri seçebiliyordum ve dahası da vardı; mektubumu,
arkasında ‘Ilgaz Anadolu’nun Sen Yüce Bir Dağısın’ notalarının yazılı olduğu
bir müzik defteri sayfasına yazıyordum! Yıllardır yeterince acı çekmemişim,
insanları kendime yeterince güldürmemişim gibi, öldükten sonra da kahkahaları
peşimi bırakmayacaktı demek. Buna izin veremezdim! Hala, şaşkınlıkla elimde
tuttuğum kalemi, hınçla odamın kapısına fırlattım; kalemin tüpü patlamış,
saçılan mürekkep ve sim, kapımın arkasında adeta bir Sibel Can silüeti
oluşturmuştu. Çıldıracak gibiydim. Sandalyemi devirerek, hızla kapıya koşup,
tüm gücümle Sibel Can’a vurmaya başladım. Sanki tüm olanlar onun
suçuymuşçasına, yumrukluyordum suratını. Doğum günümün yaz tatiline denk
gelmesi, kutlamaya yine kimsenin gelmemesi, pastamda yalnızca 6 mum olması, tek
seferde bütün mumları söndüremediğim için, dileğimin –biraz mürekkep yalamış
her çocuk gibi, sonraki hayatımı, bir martı olarak yaşamayı dilemiştim-
gerçekleşmeyecek olması… Hepsi onun yüzündendi ve bunu onun yanına
bırakmayacaktım. Her yumruğumda, birbirinin aynısı onlarca şarkısından biri
geliyordu aklıma, sakinleşemiyordum. Çok sonra, artık ellerim sızlamaya
başladığında, geri çekilip, ağlayarak yatağıma bıraktım kendimi, sızmışım.
Uyandığımda, viski şişesi gitmiş, odadaki dağınıklık gelişigüzel bir
şekilde toparlanmış, üzerinde hala simlerin parıldadığı intihar mektubumun
arkasına, ‘Ilgaz’dan kalan boşluğa, dün gece bir türlü bulamadığım, allahın
cezası yumurtlayan kalemimle; ‘Bu evde pazar sabahları ailece kahvaltı edilir.’
yazılmıştı. ‘Ayrıca viski çocuklar için değildir!’.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder