22 Mayıs 2011 Pazar

Ayrılıklar da sevişmeye dahil (4)

Şu ömür törpüsü barın arkasında geçirdiğim, birbirinin kopyası onlarca günden biri yine… Sahnede, kadın rugby oyuncularından oluşan grubun, uğultudan ibaret müziği; tavanda, sağlıklı bir insanı epilepsi krizine sokabilecek kadar rahatsızlık verici ışıklandırma; pistte ise, birbirine karışan onlarca ucuz parfüm-deodorant- ter-sigara kokusu ve tabii ki tüm diskoların vazgeçilmezi; ritm duygusundan nasibini almamış, yalnızca şuursuzca salınarak, dans edebildiklerini sanan kadınlar ve ortaokul yıllarından kalma fizik bilgileriyle, "sürtünme önemsenmeksizin”, zıt kutupların aslında birbirlerini çekmeyi bırak, yapışık bile durabileceğine inancı sonsuz olan erkekler…
Bar çalışanları için, her allahın günü bu cehenneme katlanabilmenin iki püf noktası var: Birincisi, tahmin edebileceğiniz üzere, alkol; ikincisi ise, bu kalabalığı, bir belgesel seyircisi duyarsızlığıyla izleyebilme yetisi.
Belgeselin bilmemkaçıncı tekrarını izlediğimden, birçok bölümü belleğime kazınmış durumda artık. Öyle ki; aforizmik cümlelerle karşısındaki kadını etkilemeye çalışan, ona bir kahve teklif eden, bir içki teklif eden, dans etmeyi teklif eden, yatmayı teklif eden, ısrar eden, taciz eden, küfür eden, kavga eden… erkeklerin ve erkeğin teklifini kabul eden, reddeden, aynı teklifleri başkasına eden, kıskançlık eden, dedikodu eden… kadınların tamamına başarıyla dublaj yapabilirim. Hatta; reddedilme, terk edilme, taciz edilme, kapı dışarı edilme gibi tehlikeli sahnelerde dublör olarak bile kullanılabilirim.
Bu gece de yine belgeselin, aşina olduğum bölümlerinden birini seyre dalmışken, üçlü bir erkek grubunun sorusuyla, belgesel keyfime ara veriyorum:

- Bakar mısınız? Bu grup hangi günler çıkıyor acaba?

Boşluğuma geliyor, “Bu grup sizinle hiçbir gün çıkmıyor, çıkmayacak.” demek geliyor içimden; “Salı günleri beyefendi “ diyorum onun yerine. Teşekkür ediyorlar, rica ediyorum, ediyorum etmesine de, salladım mı acaba? Salı mıydı bugün? Ayın kaçı peki? Patrondan gizli yuvarladığım votkalardan olacak, cevaptan emin olamıyorum. Bu sırada, gayri ihtiyari, elim pantolonumun kıç cebine gidiyor; cüzdanımın ağırlığından, maaş gününe ne kadar kaldığını kestirmeye çalışırken yakalıyorum kendimi. Acınacak durumdayım, cüzdanım kadar olmasa da…

Kendime acımaya fırsat bulamadan, fazlaca Hollywood filmi izlemiş bir züppe bara yanaşıyor. Oh, neyse ki beterin beteri var. Etrafa, kasıntıyla, şöyle bir göz gezdirip,, “her zamankinden” istiyor. “Ben de, daha ben çağırmaya bile fırsat bulamadan, sert bir frenle önümde duruveren taksi, öndeki aracı takip etsin istiyorum ama olmuyor be canım” diyemiyorum tabii. Sesimi biraz yükselterek “Her zamanki neydi beyefendi” diye soruyorum onun yerine, “Satsuma-elma suyu” diyor. Ulan, tanımam etmem, nereden hatırlayayım senin satsumanı ben? Allahtan, eliyle “üstü kalsın” hareketi yapıyor da, bahşişin verdiği sıcaklıkla hemencecik sakinleşiyorum. Züppe de, özgüveni zerre sarsılmadan, içkisini döke saça kalabalığa karışıyor. Barın üzerini temizlemeye girişmişken, üçlü erkek grubuna sonradan eklenen yancıyla göz göze geliyoruz, bir bira istiyor. İçim yanıyor böylelerini görünce. Kadınlara karşı, sürü halinde avlanarak başarılı olunamayacağını öğrenememişler demek henüz. Önümüzdeki bölümlere artık…
Devam etmekte olan bölümde ise; rugbyciler müziğe ara vermiş (uğultunun kesilmesinden anlamalıydım), onları bekleyen masaya doğru, ağır hareketlerle ilerliyorlar. Bu kısa yolculuk sırasında, yanlarından geçtikleri masalara, yani potansiyel hedeflerine göz kestirmeyi de ihmal etmiyorlar tabii. Sigara molaları, bu tür başarısız gruplar için, hayati önem taşır. Tamamen kadınlardan oluşan grup, her birine üçer dörder erkek düşecek kadar bir kalabalığı masanın etrafına toplayabildiğinde, gerekli “ego” dolumunu gerçekleştirmiş ve tekrar sahneye çıkmaya hazırdır artık. Zaten, başka türlü bu ses ve görüntü kirliliğine –kendilerinden kaynaklanıyor olsa bile- her hafta dayanabilmeleri mümkün olmazdı.
Paranın ve erkeğin, “akmasa da damlıyor” oluşu, grubun müzik hayatına devam etmesi için yeterli bir sebep ve bu hafta da işleri oldukça iyi görünüyor. Özellikle de Leyla’nın keyfine diyecek yok. Etrafına şuh kahkahalar savurarak; bu gece, çevresini saran erkek grubundan, onunla yatmaya hak kazanacak şanslı erkeği belirlemeye çalışıyor. Leyla’nın bu konulardaki en büyük yardımcısı ve aynı zamanda grubun en eli yüzü -en azından bacakları- düzgün elemanı Gizem ise; ne masayla ne de Leyla’yla ilgileniyor gibi duruyor. Sinirli adımlarla bara doğru yöneldiğini fark ettiğimde, geç kaldığımı anlıyorum.

- Ne bakıyorsun öyle aval aval?

Şu barın arkasında geçirdiğim sürede öğrendiğim bir şey varsa, o da sinirli kadınlara hiç mi hiç bulaşmaman gerektiğidir; hele ki Gizem’e… Soğuk bir yerden çıkıp da aynaya baktığımda; yüzümde ilk kızaran yerin, geçen yıl Gizem’in, Leyla’yla yattığımı öğrendiğinde attığı tokatın izi olduğuna yemin edebilirim.
Barmenlikteki ikinci ayımdı, öğrencilik dönemi yeni bitmiş her insan gibi, derin bir boşlukta süzülüyordum. Günler süren kafa patlatma seanslarından, fikir alışverişlerinden sonra; askerlikten de kaçarım umuduyla, bir sene barmenlik yapıp para biriktirerek, sevgilimle Fransa’da işletme masterı yapmaya karar vermiştik, tüm planlarımız hazırdı. Öğrencilik dönemimde de ara ara barmenlik ve garsonluk yaptığım için, işe alışmam zor olmadı.

Haftanın 6 günü çalışıyor, iyi para kazanıyordum. Üç yıldır birlikte olduğum ve hayatımın geri kalan tüm üç yıllarını beraber geçirmek istediğim, dünyalar güzeli bir sevgilim vardı. Dünyalar güzeli; bir vakıftan burs kazandığını, Fransa’ya hemen gitmek istediğini, hayatın bir yıl beklemek için çok kısa olduğunu söyleyene kadar da her şey planladığımız gibi gidiyordu. Oysa ki daha iki ay önce; hayatın yeterince uzun olduğunu, nasıl olsa bu bir yılı da beraber geçireceğimizi, beklemenin sorun olmayacağını söylemişti. Hay allah! Hayatın bir anda kısalacağını öngörememiştik demek! Ama kısalmıştı işte, beklemeye gelmezdi. Canımın içi, yalan söyleyecek değildi ya? Kısa diyordu, o halde kısaydı. Tabii bu hayret verici durumu ilk öğrendiğimde, bu kadar sakin karşılayamamıştım. 3 yıllık ilişkimizdeki ilk ve tek gerçek kavgayı o gece yaşadık. Benim anlayışlı sevgilim; kavgayı, tatil günüme denk getirmişti. Barda kavga ediyor olsak; kırıp döktüklerimiz, iki aylık maaşıma ve de işime mal olabilirdi. Neyse, kavgayı barda etmemiş olsak bile; bir sonraki durak kesinlikle orası olacaktı. Barda birbiri ardına yuvarladığım bira-tekila combolarıyla, terk edilmişliğin verdiği isyan etme, kabuk değiştirme arzusu; barmenliğe başladığımdan beri bana kur yapmaktan bıkmayan Leyla’nın yatağına kadar itmişti beni. Ertesi gün ise, bu barın arkasında, gerçek anlamda hayatımın tokadını yemiştim işte.
Sonraki günlerde, Leyla’ya elimi dahi sürmemiş olsam da, Gizem’in bana kızgınlığı, bir nebze olsun geçmiş değil. Neden bu kadar abartıyor anlamıyorum ki… Alt tarafı, Leyla’nın yattığı yüzlerce erkekten biriyim sonuçta; nedir bu saldırganlık?..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder