16 Eylül 2010 Perşembe

Bir Yaz Gecesi Rüyası



Siyah adam saksofona bir nefes üflediğinde bütün orkestra aynı anda çalmaya başlamıştı. Durmadan dönüyordum ve kendi eksenim etrafımda dönüşümü tamamladığım her bir turda sanki bir ay geçiyordu. Hızla yapılar yükseliyor, bitkiler büyüyor, insanlar topraktan çıkıyormuşçasına etrafımda beliriyor, müzik devam ediyordu… Yavaşladım, yavaşladım, yavaşladım, ama hala dönüyordum. Gözlerimin önünde belli belirsiz görünen şeyler netleşiyordu… Sonunda durdum. Nerede olduğum hakkında hiçbir fikrim yoktu. Kafamı kaldırdığımda Güneş ile Ay yan yana gökyüzünde asılı duruyordu, ama hava ne gece ne de gündüzdü. Güneş’in denizin üzerinden batarken aldığı o kızılımsı renkteydi hava. Koskocaman Rayban Güneş gözlükleri dünyayla Güneş’in arasında bir yerlerde havada salınıyordu ve sanırım bundan ötürüdür ki Ay’la beraber havada bu rengi oluşturmuşlardı. Yerler ince taneli ve gevşek bir kum tabakasıyla kaplıydı, ancak ben hiç de kuma basıyormuşum gibi hissetmiyordum. Eğilip aşağı bakınca ayaklarımın altına serili olan kilimi fark ettim. Ayaklarımı kaldırdığımda gördüm ki Hoşgeldiniz yazıyordu. Ulan geldik de nereye hoş geldik. Tam bu esnada cüppe giymiş iki kişi kollarıma girdi. Hiçbir şey söylemeden beni sürüklüyorlardı. Hayır madem sürükleyeceksiniz ne diye hoş geldiniz yazdınız oraya. Beni Orkestranın arkasına doğru götürüyorlardı. Hal bu ki olay çıkartamayacak kadar yeni gelmiştim. Orkestraya yaklaştıkça grubu daha net görmeye, müziği daha net duymaya başladım. Sahnenin üzerinde büyük harflerle Cami Arena yazıyordu. Dönmeye başlamadan önce gördüğüm siyah adamın üzerinde nizami bir şekilde ütülenmiş beyaz bir gömlek ve altında mor kadife pantolonu vardı. Pantolonunun arkasından başlayıp omzunu aşarak göbeğinin iki yanından pantolonuna tutturulmuş mor bir askı takıyordu. Pirinç ya da altından olan saksafonunda el yazısıyla İsrafil yazılıydı. Net bir şekilde caz ezgileri çalan bu siyah adam sanki hiç nefes almadan çalmaya devam ediyordu. Hemen yanında boyu neredeyse 3 metre olan (abartmıyorum) kolumdakiler gibi cüppe giymiş soluk yüzlü, İskandinav tipli bir adam vardı. Orak şeklindeki elektro gitarında sanki çakıyla kazınmış gibi Azrail yazıyordu. Sahnedekiler hiç umurunda değilmiş gibi Death Metal çalıyordu. Azrail ve İsrafil’e göre sahnenin biraz daha ön kısmında şişman koca dudaklı siyah bir kadın vardı. Üzerinde kırmızı harfler ve iğrenç bir fontla How many people did you kill yazan, kaç beden bol olduğunu kestiremediğim kadar bol bir t-shirt, altındaysa kadının şişmanlığını gizlemek için elinden gelen her şeyi yapacağına ant içerek üretilmiş taşlı bir kot vardı. Elinde kocaman bir mikrofon Amerikan aksanıyla Rap söylüyordu. Boynundaki altın kolyede Cebr@il yazılıydı. Tanrım nasıl bir zevkin var gerçekten anlamadım. Artık öbür tarafta olduğuma dair hiçbir kuşkum kalmamıştı, ama hangi öbür taraf. Sahnenin tam arkasına geçmek üzereyken önümde iriyarı, kel, kulağında Ajan kulaklığı olan beyaz bir adam gördüm. Bol bir tamirci tulumu giyiyordu ve tulumunun sol köşesinde Mikail yazıyordu. Adam elleriyle ışık oyunları yapıyor ve sahneyi dumana boğuyordu. Sahnenin önünde hiç de benim gibi kollarından sürüklenmeyen bir sürü insan ellerindeki şarapları içerken müziğin tadını çıkarıyorlar gibi görünüyorlardı. Yoksa hepsi müziği beğenmedim diye miydi? Hemen dibimde duran bir adamın elindeki şaraba baktım. Komünyon yazıyordu. Birkaç saniye sonra (tabi burada hangi zaman işliyor bilmiyorum) sahnenin arka tarafına geçmiştim ve lanet olasıca müzik buraya daha az geliyordu. Önümde upuzun beyaz bir masa, üzerinde koskoca kitaplar ve listeler vardı. Kolumdaki cüppeli adamlara (ki güçlerinden adam diyorum şahsen daha ne bok olduklarını anlamadım) benzer adamlar oturuyordu. Arkada dev ekranda dönen bir tanıtım filmi termal otel reklamı kıvamında ne bokuna burada olduğumuzu anlatmaya çalışıyordu sanki. Komiktir ki Türkçe! Masaya gelmiştim. Kollarım serbest kalmıştı ve tam yanımdakilerin tipine bakacakken buharlaşıp yok olmuşlardı. Masada oturan cüppeli adımı sordu. Abdülkadir Onur Ulaş Dayı. Bir an duraksadı. Şu fantastik ortamda olmasam kesin bir espiri, bir komiklik yapma gereksinimi içine girerdi. “Daha isim yok muydu koyacak?”.En azından buradan yırtmıştım. “Mail adresin ?”. Ulan şimdi adama ne yapacaksınn anasını satayım diye sorsam sarıcizmelimemedaga@mancoloji.com desem oradan buradan bir yıldırım yerim diye tırsıp paşa paşa söyledim. ulasdayi@hotmail.com. “Mail’ın ruhikizi.com için gerekli, detaylar kitapta var”. Kitabımı aldım ve yalnız başıma uzaklaşmaya başladım. Ulan uzaklaşalım da nereye?. Allah’tan zahmet edip de oklarla sahnenin önüne geçilmesi gerektiğini belirtmişler. Sahnenin önüne geçtim ve o berbat müziğin sesi tekrar arttı. Tam sahnenin karşısında bir sürü bina vardı. Birine yaklaşmadan önce yere çöktüm ve kitabı açtım. Sayfanın sol üst köşesinde sırıtan, 20’li yaşlarında beyaz bir adam vardı. Mavi zemin üzerine beyaz harflerle yazılmış olan başlıkta “ruhikizi.com nedir?” yazıyordu. FAQ’la başlayan bir kitaptan ne beklenir ki! Hızlıca göz gezdirip ikinci sayfayı açtım. Bu sefer Vizyonumuz, Misyonumuz yazılı iki başlık ve hemen altında bir isim yazılıydı. Mark Zuckerberg. Kitap gittikçe çirkinleşiyordu ki arka sayfayı açtım. Kitabın sayfalarının rengi değişmişti. Saman sarısı kağıt üzerine el yazısıyla Kerim’in Kuralları yazılıydı. Künyesinde yayınlanmamış baskı yazıyordu. Daha da çirkinleşiyordu kitap. İki yüz sayfa kadar çevirdim sayfaları ve tekrar 1. hamur kağıda döndü. Kırmızı mürekkeple yazılmış bir ibare vardı. “Kitabın bundan sonraki bölümü sizin günahlarınızı ve sevaplarınızı ihtiva eder. Eğer Kerim’in Kuralları’na baktıktan sonra günah ve sevaplarınızdan itirazınız olan varsa goklerinefendisi0000@araf.com adresine kendi mail adresinizle birlikte bildiriniz”. Ulan desene Kuran-ı Kerim meğer Kural-ı Kerim’miş ha! Arkadaş madem ölyle kural koyacaksın ne diye yayınlamıyorsun, masraftan mı kaçıyorsun? Allah’tan kork! Allah’tan bu t-Araf’ta düşündüklerim ve yaptıklarım günah skor borduna işlemiyordu, yani bütün günahlar elimdeyse yeni günah ekleyemez heralde. Tekrar ilk sayfaya döndüm. Tonla günah ve savabımın sinirden delireceğim bir şekilde değerlendirmeye tabi tutulduğundan emin olduğumdan vakit kaybına gerek yoktu. Kuşkusuz ki Tanrı filozofların en büyüğüydü ve düşünmek taraf olmaksa benim her şekilde berteraf olacağım belliydi. Ruhikizi.com nedir? “Bu site kıyamet koptukltan hemen sonra siz tanrı kullarının fani hayatında hoşlandığı, aşık olduğu, sevip de söylemeyediği, arayıp da bulamadığı ruhları burada bulmanızı sağlar.”
“p.s:Sitemizde Gold üyelik uygulaması yoktur, sevap karşılığı sizi gold üye yapmak isteyenlere itimat etmeyiniz.
p.s2:Aslında Tanrı’nın bir zamanlar en sevgili kulu olan Muhammed hurilervenuriler.com adlı bir eskort sitesini, dünyada korsan ve yanlış olarak bastığı kiapta müjdelemiş ancak dinen caiz görülmemiştir. Bunun yerine dünyada Facebook sitesiyle tüm zamanların en çok sevabını kazanan Mark Zuckerberg’in ruhikizi.com projesi yapılmıştır.”
Son cümleyi okudum ve her yer sallanmaya başladı. Zaman yavaşlamış ve bütün nesneler havada asılı olarak kalmıştı. Ölceğimi hiç düşünmedim zira zaten ölü olmalıydım. Hava yavaş yavaş kararıyordu. Güneş’in önündeki Rayban gözlük bir anda güneşin önünden çekildi ve sıçradım. Uyanmıştım. Lanet olası o rüya gerçek olsaydı ne bok yerdim!.. Sırtüstü yattığım çadırıdmda karnımda ünlü ibrani yazar Şetnem Tarum’un çok satan Meleklerin Özü ve Dünyanın Tözü adlı kitabı vardı. Okurken sızmak, kitaptaki her şeyi beyninde harmanlıyor. Üç Kıçı açıkta kalma gücünde saçmalıyorsun…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder